Önceki bölüm
@heroson'a...
Çam ağaçları dışında çok az bitki türünün yaşayabildiği bu kadar yüksek dağlık kesimlerde kış günlerinde etrafınızda sayılı renk görebilirdiniz. Çiçek açmak için baharı bekleyen çok az bitki kış geldiği zaman ölür, ölüleri beyaz bir yorganla örtülürdü. Geriye sadece her mevsim yeşil kalabilen sivri yapraklı ağaçlar kalırdı. Chloe çevresine baktığı zaman kahverengi ağaç gövdeleri, yeşil yapraklar ve beyaz kar dışında hiçbir şey göremedi de zaten. Bahar geldiği zaman açan çiçekler ve parlayan güneşle birlikte orman bambaşka bir havaya bürünecek, kış zamanındaki gibi sade ve cansız kalmayacaktı. Fakat ormanın en güzel olduğu zaman tam bu zamanlardı Chloe'ye göre. Renk kıtlığına rağmen bu yer insana inanılmaz bir his veriyordu. Üstelik çam ağaçlarının kokusu taze kar kokusuyla birleştiği zaman tarifi imkansız sade ve her şeyden arındırılmış bir koku çıkıyordu ortaya. Gözlerini yumdu ve ciğerlerini yakan soğuk havaya aldırmadan çevresindeki ağaçların kokusunu yavaşça bir kez daha içine çekti;
"Boşuna uğraşma artık," dedi onu taşımaya çalışan ağabeyi David'e. "Beni çok güzel bir yere getirdin David. Bana bir seçim şansı verecek olsaydın ben burada ölmeyi seçerdim. Eğer burada ölürsem inan bana en mutlu insan olarak ayrılırım yanından. Mülteci kamplarında ölmek istemiyorum, bu orman bütün hayatım boyunca düşlediğim yer ve ben burada yaşayamasam da burada ölmek istiyorum David. Lütfen."
Adam tek kelime laf etmeden devam etti Chloe'u taşımaya. Onu bir kayalığın üzerine oturttuktan sonra kendisi de karşısına geçti ve kardeşinin sözlerini, daha doğrusu yalvarışlarını aklında tarttı. Bu teklif yol boyunca Chloe'nin yaptığı ilk teklif değildi, son da olmayacaktı. David her zamanki gibi susmuş,cevap vermemişti. Konuşmadan önce ne diyeceğini tartıyordu aklında şüphesiz. Ağabeyi hareketlerinde gösteremediği ihtiyat ve özeni kelimelerini seçerken o kadar güzel bir şekilde kullanırdı ki onu dinleyen kişi neden bahsettiğini unutur, özür beklerken teşekkür edebilirdi. Hiçbir zaman söze hemen başlamaz, karşısındaki kişinin asıl niyetini onu konuşturmak için anlatmasını beklerdi. Fakat bu sefer kardeşini şaşırtarak erken başladı konuşmaya. "Oranın mülteci kampı olmadığını sana söyledim Chloe. Bu insanlar çok daha farklı kişiler. Ve oradakilere mülteci gibi davranmıyorlar, bunu temin ederim." dedi ve gözlerini Chloe'nin gözlerine dikerek sert bir sesle sordu, "Kolun nasıl?"
"İyi, eskisinden daha iyi," diye yalan söyledi Chloe. Son 2 kilometre boyunca sağ kolundaki yara inanılmaz derecede canını yakmıştı üstelik yapılan onca tampon ve sargıya rağmen kanaması hiç durmuyordu. Normal bir yara olsa en kötü ihtimalle kan kaybından ölürdü. Ama savaşta kullanılan mermiler, ki masraflı ve gereksiz olduğu için artık pek kullanılmıyordu, sıradan değillerdi. Her birinin içine laboratuar şartlarında geliştirilmiş ve çoğaltılmış virüsler ve bakterilerle dolu sıvılar enjekte edilmişti. Mermilerin ölümcül olması için vücuda isabet etmesi de gerekmiyordu, parçalandığı yerden yaklaşık 3 metre çapındaki her yere bu sıvıyı sıçratabiliyordu. Chloe'ye olansa bambaşka bir şeydi. Kış ayının ortasında ailesiyle tatildeyken bulundukları ülkeye savaş gelmişti. Yurtdışına çıkışlar ve girişler yasaklanmış, yabancılar ülkede esir kalmıştı. Neredeyse her dünya ülkesi savaşa girdiği için başka ülkelerde mahsur kalmış bir avuç vatandaş hiç dikkate değer kabul edilmemişti. Ülkeleri tarafından terk edilen vatandaşların çoğu savaşın ilk ayında ölmüş, kalanların bir kısmı da esir alınmış ve bir daha hiç görülmemişti. Chloe ve ailesi kaçırılmış, işkenceye maruz kalmıştı. Düşman üssüne yapılan bir bombardıman sırasında ağabeyi ve kendisi kaçmayı başarmışlardı. Chloe kaçarken koluna bu mermilerden birinin şarapnel parçası isabet etmişti, yaklaşık 2 haftadır da bu yarayla dağ bayır dolaşmaktaydılar.
David ormanın ilerisine doğru baktı ve "Geldik sayılır," dedi ayağa kalkarak. Kardeşini bir kez daha sırtlanarak yürümeye devam etti. Chloe'de sesini çıkarmadan başını ağabeyinin omzuna yasladı. Bu zor günlerde ikisi de birbiri için dayanma gücünü oluşturuyordu. Hayatta kalan son iki aile üyesi birbirlerinden aldıkları destek ve azimle hayatta kalmayı başarmıştı. Chloe ağabeyinin omzunda güven içinde gözlerini kapatmış bunları düşünürken sessiz ormandan, ileriden bazı sesler geldi. Başını kaldırıp ileri baktığı zaman bir adamın onlara doğru geldiğini gördü. David de dikkat kesilmiş gelen adamı inceliyordu. Adam iyice yaklaştığı zaman görünüşü netleşti. Uzun boylu, siyahi tenli ve formu yerinde bir adamdı. Kusursuz pürüzlükte bir yüze sahip olan adamın yakışıklı olmasını kemerli burnu engelliyordu. Onun dışında koyu siyah gözleri, kısa fakat dalgalı saçları ve şekilli vücuduyla adam son derece çekiciydi. Afrikalı olduğu belli olan adam şaşırtan bir İngilizceyle konuşmaya başladı;
"Hoşgeldiniz, " dedi biraz daha yaklaşıp elini uzatarak. David Chloe'yi yavaşça yere indirerek adamın elini sıktı. "Ben az ilerideki sığınağın güvenlik sorumlusuyum. Siz bana Muhafız diyebilirsiniz. Geleceğiniz hakkında bize bilgi verilmişti, sizi karşılamak için buraya geldim." dedi.
Gözlerini David'den ayırarak Chloe'ye ve yaralı koluna dikti."Yaralı olduğunuz söylenmemişti bayan. Gelin, size yardım edeyim. Sığınağımızda Doktor'umuz var." Doktor dediği zaman adamın yüzünde beliren gülümsemeyi anlamasa da adamın onu sığınağa taşınması için David'e yardım etmesine ses çıkarmadı.
Bomboş sokaklarda esen rüzgar bir zamanlar insanlarla tıklım tıklım dolu olan sokaklardan geçerken uğuldadı. Profesör elindeki bastonuna yaslanarak gözlerini kapattı ve rüzgarın sesini dinledi. Dünyanın dört bir yanından getirdiği sesler Profesörün kulağına doldu. Ölen evladına ağıt yakan bir anne, kazandıkları savaşı kutlayan askerler, bombalanan bir evin altında kalan çocuğun çığlığı ve daha bir çok ses rüzgarla dünyanın dört bir yanından haber taşıdı Profesöre. Rüzgar kesilince attığı adımlar ve bastonun arnavut taşlarıyla bezenmiş yolda çıkardığı sert sesler cadde boyunca yankılandı. Gözlerini açarak önünde uzanan caddeye baktı Profesör.
Mükemmel derecede iyi planlanmış bir şehrin mükemmel bir caddesiydi. Paris'te bunun gibi 7 tane daha ana cadde vardı. Hepsi Paris'in merkezinden başlayarak sekiz ayrı köşeye doğru ve düz hatlarla şaşmaz bir şeklide ilerler, ilerledikçe şah damardan çıkan kılcal damarlar gibi sokak ve ara sokaklara doğru küçük yollara bölünürdü. Eğer Paris'te kaybolursanız tek yapmanız gereken bu ana caddelerden birini bulmak ve bu caddeyi izleyerek Eyfel Kulesi'ne ulaşmaktı. Eyfel Kulesi'ne, yani şehrin merkezine ulaştıktan sonra ise istediğiniz yere gitmek çocuk oyuncağıydı. Profesör çocukluk aşkıyla bu sokaklarda eve dönmüş, yaşıtlarıyla ilk kavgasını bu sokaklarda etmiş, anne ve babasını kaybettikten sonra sonbahar günlerinde yağmurun altında bu sokaklarda tek başına yürümüştü. Paris onu tüketmiş, duygularını yutmuştu. Paristen ayrıldıktan sonraki senelerde bu sokaklarda yaşadığı anıları kapalı bir kutuya koyarak hafızasının en derin köşelerine kaldırmak için çok çabalamıştı fakat insanın en çok unutmak istediği anıları en çok ihtiyaç duyduklarıydı. Yediği ilk dayaktan beri yaptığı bir hatayı bir daha yapmamak için anılarına güvenen Profesör burada geçirdiği acı günleri unutmaya çalışarak yanlış mı yapmıştı?
"Artık gitmeliyiz efendim," dedi Selman arkasından. "Şehir biz gelmeden boşaltılmış ve insanlar buradan ayrılmış. Korumamız gereken insanlar olmadıkça canımızı tehlikeye atmalıyım derim ben". Durdu ve Profesörün vereceği tepki için beklemeye başladı.
İranlı kadın bir siyaset uzmanı olan Selman Othrys'e savaş patlak vermeden yaklaşık 5 ay önce katılmıştı. Ülkesinde ileri derecede siyaset eğitimi almıştı. İnsanların yürüyüş şekillerinde yazı yazma biçimlerine kadar her ipucundan yaralanarak kişilik analizi yapabiliyordu. Bunun dışında çok güzel bir hitap yeteneği vardı.Konuşacağı kelimeleri özenle seçip güzel cümleler oluşturuyordu. Ülkesinde savaşı durdurmak istediği için mensubu olduğu siyasi partiden atılmıştı üstelik bununla da yetinilmemiş suikast girişiminde bulunulmuştu. Ülkesindeki bağlantılarlazar zor kaçmayı başaran Selman Çin'de Alice'le karşılaşmış, ardından soluğu Othrys'te almıştı. Yapılan toplantılar sırasında strateji yeteneğini kanıtlamıştı. Satranç oynarken Alice dışında bir tek o zorlayabilirdi onu. Profesör onu buraya taktik bilgisinden yaralanmak için getirmişti ama Selman haklıydı, ortada savunulacak kimse kalmamıştı. Şehirdeki bütün insanlar burayı terk etmiş, geride koskoca bir şehir bırakmışlardı.
"Ben burada doğdum Selman. En iyi, en kötü anılarım bu sokaklarda geçti, sesim bu duvarların içine işledi" durdu ve kadının koyu renk gözlerine baktı. "Askerleri al ve şehrin dışına çıkın. Ben şehrimle son kez konuşmak, onunla vedalaşmak istiyorum." dedi. Kadın anlayışla başını salladı ve geri dönerek uzaktan onları izlemekte olan yüzbaşına işaret verdi.
Profesör herkes gittikten sonra sokakta yürümeye devam etti. Capet sokağının sonundaki parkta durdu ve bir banka oturarak sessiz sessiz parka bakarken uzaktan bir kadının ona yaklaşmakta olduğunu anladı. Yüksek topuklu ayakkabıların sesleri yankılanıp Profesöre ulaştığında gelenin Alice olduğunu anladı. Kadın hiç şaşmamış, tam belirtilen yerde, belirtilen zamanda buluşmaya gelmişti. Hiç sesini çıkarmadan gelip Profesörün yanına oturdu. Kadının burada olduğundan kimsenin haberi yoktu. Profesör herkesin önünde onunla özel bir toplantı düzenlemenin Othrys'te nelere neden olacağını tahmin ettiği için burada buluşmuşlardı. Alice tek başına Güney Amerika'dan gelmişti ve konuşmaları bitince Uzak Doğu'ya gitmesi gerekecekti. İlk konuşan Profesör oldu;
"Güney Amerika'da durum nasıl?"
Leydi derin bir nefes çekerek konuşmaya başladı "Buradakinden farklı değil. Savaşları kalın kafalı siyasetçiler başlatıyor ve onlar saraylarda kaba etlerini ısıtırken insanlar ölüyor. Her gün binlerce, onbinlerce insan verilen yanlış bir kara yüzünden ölüyor. Dehşetengiz derecede korkunç bir savaş bu! " dedi Alice sinirlenmeye başlayarak. "Hiç akıllanmıyorlar, hiç! Milyonlarca insan ölüyor, ülkeler ve medeniyetler yıkılıyor, savaş bitiyor ama insanlar hiç değişmiyor! Hala o saçma sapan.... "
"Alice, " dedi Profesör bu konu her açıldığında sinirlerine engel olamayan kadının sözüne keserek. "Bu değişmez bir gerçek, insan doğasında yüzyıllardır olan ve olmaya da devam edecek bir davranış. Kimse kabul etmek istemese savaşmak en az beslenmek kadar önemli bir ihtiyaç insan için. Hiçbir canlının engelleyemediği aşırı sayıda çoğalmamıza biz kendimiz engel oluyoruz. Acı, fakat gerçek olan da bu. İnsan savaşıyor, ve bu sayede dünyada başka canlılarda yaşayabiliyor. Senle bunu daha önce de defalarca tartıştık, şimdi yeniden tartışmanın zamanı değil. " durdu ve kadının gözlerine bakarak sordu. "Dediğimi bulabildin mi?"
Kadın kendisini zar zor tutarak aksi bir şekilde başıyla onayladı.Profesör derin bir nefes alınca Alice çevresine baktı. "Herkes nerede, şehir bomboş" dedi.
Profesörde başını salladı "Bilmiyorum. Bugün burada bir savaş olasılığı vardı, yüksek bir olasılık. Fakat biz geldiğimiz zaman şehir boşaltılmıştı." Gözlerini kadından ayırarak parktaki yolun sonuna baktı. "Bu plandan sadece Heyettekilerin haberi vardı. Dolayısıyla ya biri beni rüyamda konuşturuyor ya da aramızda bir hain var."
Alice bu düşünceyle irkildi fakat bunu hiç belli etmedi. "Mümkün değil," dedi. "Heyetteki herkesi onlardan iyi tanıyoruz. Bu mümkün değil. Hem,kim bizimle kafa tutmaya cüret edebilir ki?" durdu ve gözleri fal taşı gibi açıldı. Sonunda bu kişilerin kim olduğu hakkında bir düşünceye sahip olmuştu.
Saat sabahın 4'ünü çaldığı zaman uyayakaldığı sandalyeden fırladı Junichiro. Sadece yarım saat uyuyabilmişti ve koskoca bir gün boyunca yapması gereken işler onu bekliyordu. Önündeki bilgisayara baktı ve açık kalan gereksiz pencereleri kapattıktan sonra Othrys'in bugünlük iş akışını düzenlemesi ve ana ekrana yansıtması için sisteme komut verdikten sonra bilgisayarı kapattı ve meslektaşları gelesiye kadarki bir saatlik sürede kahvaltı yapmaya üst kata çıktı.
Savaşa katılma kararı daha savaş başlamadan alınmıştı ve savaş başladıktan sonra Othrys'teki herkes farklı görevler için bir bir dünyanın farklı köşelerine dağılmışlardı. Geriye Junichiro ve Othrys'in bakımı ve günlük işlerinden sorumlu Anne dışında kimse kalmamıştı. İkisinin de işlerini güvenli bir ortamdan seyahat etmeden yapmaları gerekiyordu. Üstelik Junichiro böylece görevdekilere daha fazla yardım edebiliyordu.
Othrys'in sanal alem ve teknolojiden sorumlu baş danışmanı Junichiro Japonyalıydı. Othrys ilk kurulduğu zaman orada olan sayılı kişiden biriydi. Japonya'daki bir teknoloji mağazasındaki işine son verilince Leydi kendisini bizzat bulmuş ve ona durumdan bahsetmişti. Çok düşünmemişti J., böyle bir işte çalışmak keyifli olabilirdi. Yanılmıştı. İşi savaştan öncede yeterince zordu, savaş başlayınca yapması gerekenleri yetiştirebilmek için uykusuz kalması gerekti. Her gün göreve giden en az 200 kişiden ayrı ayrı rapor ve istek alıyordu.Görevdekilerin gittikleri yerlerde gördükleri ve görevleri hakkındaki raporları düzenleme ve Profesör gelesiye kadar arşive kaldırmak çok basitti ama rica ettikleri bilgiler ve istekler... işi bu nokta da çok zorlaşıyordu. Kimi zaman herhangi bir kullanıcının profilini ele geçirmek gibi basit bir hacker işlemi gerekirken bazen bakanlığın internet sitesine erişim veya uluslararası bir bankanın müşteri mevduatlarını başka bir hesaba geçirmek kadar yorucu işler olabiliyordu uğraşması gerekenler arasında. Neyse ki bu zor işi yaparken tek başına değildi. Othrys kurulduğundan beri başında olduğu kendi departmanı genişlemişti. Emrinde çalışan kırka yakın işinde iyi hacker meslektaşa sahipti. Aralarındaki dostluğa en küçük bir zarar vermeyen tatlı bir rekabet vardı ve J.'ye saygıları sonsuzdu. Ona "Junichiro"nun kısaltması olarak ' J. ' diyorlardı. Junichiro da bu tek harfli ismini sevmişti.
J. üst kata çıktığı zaman Anne, yardımcıları masayı kahvaltı için hazırlarken elindeki kağıda bakarak çayını yudumluyordu. J.'yi görünce içten ve şefkatli bir gülümsemeyle selam verdi. J.'de günaydın dedikten sonra masada Lizzie'nin karşısına geçerek kahvaltı yapmaya başladı. Othrys'teki herkes ona Anne diyordu fakat eğer aranız iyiyse ve samimiyseniz ona Lizzie diyebilirdiniz. J. ile Lizzie birbirleriyle çok iyi anlaşıyordu. Haftalık oda temizliği dışında. J. son derece pis ve dağınık biri olduğunu kabul ediyordu ama Lizzie'de teknolojiden anlamayan ve saygı duymayan biriydi.
"Aleksandr'ın hazırladığı pazar günü eğlence listesini gördün mü?" dedi Anne J.'nin düşüncelerini bölerek. "Mükemmel bir klasik müzik dinletisi, ardından tiyatro, ortak alanda resim sergisi ve gece parti verilecekmiş." J. gülerek başını salladı ve sadece "Ya, evet." dedi. Aleksandr Rus bir müzisyendi ve Othrys'te kültür ve sanatla ilgilenen bölümün başına Alice tarafından getirilmişti. Bütün dünyanın savaşta olduğu, sürekli insanların öldüğü düşünüldüğünde kendilerinin eğlenmesi pek doğru gözükmeyebilirdi fakat insanlar burada da deli gibi çalışıyordu. Bütün bir hafta boyunca yorulan ve sıkılan çalışanlar ise her ay sadece bir pazar gününde verilen eğlenceleri iple çekiyordu. J. de her ne kadar Aleksandr'ın eğlence anlayışını pek sevmese de her ay sadece bir günlük bu yorucu işten kurtulmak için tek bahanesi bu pazar günleriydi. Üstelik o pazar gününe sadece 2 gün kalmışken heyecanlanmamak elde değildi.
J. tam kahvaltısını bitirmiş kahvesinin içiyordu ki masaya meslektaşlarından Olof yanına gelerek hemen gelmesi gerektiğini söyledi. Kahvesini yarım bırakan J. çalışma alanına gelince Profesör'ün çok acil olarak onunla görüşmesi gerektiğini söylediler. Güvenli yarı telsiz hattan bağlandıkları zaman Profesör'ün sert ve kadifemsi sesini duydu.
"Bütün Othrys'te acil durum ilan edin." dedi hiç acele etmeden. "Soru sormaya vakit yok. Acil durumu ilan edin ve gerekenleri de yanınıza aldıktan sonra yer altındaki sığınaklara çekilin, en az 24 saat içinde bir bombardıman bekliyoruz. Hazırlıklı olun." J.'nin konuşmasına fırsat vermeden kapattı telefonu. Ona bakan iş arkadaşlarının suratına aynı şaşkınlıkla baktıktan sonra Anne'nin telefonuna bağlandı. Profesör söylemişti, çok fazla vakit yoktu. Bombardıman her an başlayabilirdi.
Çam ağaçları dışında çok az bitki türünün yaşayabildiği bu kadar yüksek dağlık kesimlerde kış günlerinde etrafınızda sayılı renk görebilirdiniz. Çiçek açmak için baharı bekleyen çok az bitki kış geldiği zaman ölür, ölüleri beyaz bir yorganla örtülürdü. Geriye sadece her mevsim yeşil kalabilen sivri yapraklı ağaçlar kalırdı. Chloe çevresine baktığı zaman kahverengi ağaç gövdeleri, yeşil yapraklar ve beyaz kar dışında hiçbir şey göremedi de zaten. Bahar geldiği zaman açan çiçekler ve parlayan güneşle birlikte orman bambaşka bir havaya bürünecek, kış zamanındaki gibi sade ve cansız kalmayacaktı. Fakat ormanın en güzel olduğu zaman tam bu zamanlardı Chloe'ye göre. Renk kıtlığına rağmen bu yer insana inanılmaz bir his veriyordu. Üstelik çam ağaçlarının kokusu taze kar kokusuyla birleştiği zaman tarifi imkansız sade ve her şeyden arındırılmış bir koku çıkıyordu ortaya. Gözlerini yumdu ve ciğerlerini yakan soğuk havaya aldırmadan çevresindeki ağaçların kokusunu yavaşça bir kez daha içine çekti;
"Boşuna uğraşma artık," dedi onu taşımaya çalışan ağabeyi David'e. "Beni çok güzel bir yere getirdin David. Bana bir seçim şansı verecek olsaydın ben burada ölmeyi seçerdim. Eğer burada ölürsem inan bana en mutlu insan olarak ayrılırım yanından. Mülteci kamplarında ölmek istemiyorum, bu orman bütün hayatım boyunca düşlediğim yer ve ben burada yaşayamasam da burada ölmek istiyorum David. Lütfen."
Adam tek kelime laf etmeden devam etti Chloe'u taşımaya. Onu bir kayalığın üzerine oturttuktan sonra kendisi de karşısına geçti ve kardeşinin sözlerini, daha doğrusu yalvarışlarını aklında tarttı. Bu teklif yol boyunca Chloe'nin yaptığı ilk teklif değildi, son da olmayacaktı. David her zamanki gibi susmuş,cevap vermemişti. Konuşmadan önce ne diyeceğini tartıyordu aklında şüphesiz. Ağabeyi hareketlerinde gösteremediği ihtiyat ve özeni kelimelerini seçerken o kadar güzel bir şekilde kullanırdı ki onu dinleyen kişi neden bahsettiğini unutur, özür beklerken teşekkür edebilirdi. Hiçbir zaman söze hemen başlamaz, karşısındaki kişinin asıl niyetini onu konuşturmak için anlatmasını beklerdi. Fakat bu sefer kardeşini şaşırtarak erken başladı konuşmaya. "Oranın mülteci kampı olmadığını sana söyledim Chloe. Bu insanlar çok daha farklı kişiler. Ve oradakilere mülteci gibi davranmıyorlar, bunu temin ederim." dedi ve gözlerini Chloe'nin gözlerine dikerek sert bir sesle sordu, "Kolun nasıl?"
"İyi, eskisinden daha iyi," diye yalan söyledi Chloe. Son 2 kilometre boyunca sağ kolundaki yara inanılmaz derecede canını yakmıştı üstelik yapılan onca tampon ve sargıya rağmen kanaması hiç durmuyordu. Normal bir yara olsa en kötü ihtimalle kan kaybından ölürdü. Ama savaşta kullanılan mermiler, ki masraflı ve gereksiz olduğu için artık pek kullanılmıyordu, sıradan değillerdi. Her birinin içine laboratuar şartlarında geliştirilmiş ve çoğaltılmış virüsler ve bakterilerle dolu sıvılar enjekte edilmişti. Mermilerin ölümcül olması için vücuda isabet etmesi de gerekmiyordu, parçalandığı yerden yaklaşık 3 metre çapındaki her yere bu sıvıyı sıçratabiliyordu. Chloe'ye olansa bambaşka bir şeydi. Kış ayının ortasında ailesiyle tatildeyken bulundukları ülkeye savaş gelmişti. Yurtdışına çıkışlar ve girişler yasaklanmış, yabancılar ülkede esir kalmıştı. Neredeyse her dünya ülkesi savaşa girdiği için başka ülkelerde mahsur kalmış bir avuç vatandaş hiç dikkate değer kabul edilmemişti. Ülkeleri tarafından terk edilen vatandaşların çoğu savaşın ilk ayında ölmüş, kalanların bir kısmı da esir alınmış ve bir daha hiç görülmemişti. Chloe ve ailesi kaçırılmış, işkenceye maruz kalmıştı. Düşman üssüne yapılan bir bombardıman sırasında ağabeyi ve kendisi kaçmayı başarmışlardı. Chloe kaçarken koluna bu mermilerden birinin şarapnel parçası isabet etmişti, yaklaşık 2 haftadır da bu yarayla dağ bayır dolaşmaktaydılar.
David ormanın ilerisine doğru baktı ve "Geldik sayılır," dedi ayağa kalkarak. Kardeşini bir kez daha sırtlanarak yürümeye devam etti. Chloe'de sesini çıkarmadan başını ağabeyinin omzuna yasladı. Bu zor günlerde ikisi de birbiri için dayanma gücünü oluşturuyordu. Hayatta kalan son iki aile üyesi birbirlerinden aldıkları destek ve azimle hayatta kalmayı başarmıştı. Chloe ağabeyinin omzunda güven içinde gözlerini kapatmış bunları düşünürken sessiz ormandan, ileriden bazı sesler geldi. Başını kaldırıp ileri baktığı zaman bir adamın onlara doğru geldiğini gördü. David de dikkat kesilmiş gelen adamı inceliyordu. Adam iyice yaklaştığı zaman görünüşü netleşti. Uzun boylu, siyahi tenli ve formu yerinde bir adamdı. Kusursuz pürüzlükte bir yüze sahip olan adamın yakışıklı olmasını kemerli burnu engelliyordu. Onun dışında koyu siyah gözleri, kısa fakat dalgalı saçları ve şekilli vücuduyla adam son derece çekiciydi. Afrikalı olduğu belli olan adam şaşırtan bir İngilizceyle konuşmaya başladı;
"Hoşgeldiniz, " dedi biraz daha yaklaşıp elini uzatarak. David Chloe'yi yavaşça yere indirerek adamın elini sıktı. "Ben az ilerideki sığınağın güvenlik sorumlusuyum. Siz bana Muhafız diyebilirsiniz. Geleceğiniz hakkında bize bilgi verilmişti, sizi karşılamak için buraya geldim." dedi.
Gözlerini David'den ayırarak Chloe'ye ve yaralı koluna dikti."Yaralı olduğunuz söylenmemişti bayan. Gelin, size yardım edeyim. Sığınağımızda Doktor'umuz var." Doktor dediği zaman adamın yüzünde beliren gülümsemeyi anlamasa da adamın onu sığınağa taşınması için David'e yardım etmesine ses çıkarmadı.
Bomboş sokaklarda esen rüzgar bir zamanlar insanlarla tıklım tıklım dolu olan sokaklardan geçerken uğuldadı. Profesör elindeki bastonuna yaslanarak gözlerini kapattı ve rüzgarın sesini dinledi. Dünyanın dört bir yanından getirdiği sesler Profesörün kulağına doldu. Ölen evladına ağıt yakan bir anne, kazandıkları savaşı kutlayan askerler, bombalanan bir evin altında kalan çocuğun çığlığı ve daha bir çok ses rüzgarla dünyanın dört bir yanından haber taşıdı Profesöre. Rüzgar kesilince attığı adımlar ve bastonun arnavut taşlarıyla bezenmiş yolda çıkardığı sert sesler cadde boyunca yankılandı. Gözlerini açarak önünde uzanan caddeye baktı Profesör.
Mükemmel derecede iyi planlanmış bir şehrin mükemmel bir caddesiydi. Paris'te bunun gibi 7 tane daha ana cadde vardı. Hepsi Paris'in merkezinden başlayarak sekiz ayrı köşeye doğru ve düz hatlarla şaşmaz bir şeklide ilerler, ilerledikçe şah damardan çıkan kılcal damarlar gibi sokak ve ara sokaklara doğru küçük yollara bölünürdü. Eğer Paris'te kaybolursanız tek yapmanız gereken bu ana caddelerden birini bulmak ve bu caddeyi izleyerek Eyfel Kulesi'ne ulaşmaktı. Eyfel Kulesi'ne, yani şehrin merkezine ulaştıktan sonra ise istediğiniz yere gitmek çocuk oyuncağıydı. Profesör çocukluk aşkıyla bu sokaklarda eve dönmüş, yaşıtlarıyla ilk kavgasını bu sokaklarda etmiş, anne ve babasını kaybettikten sonra sonbahar günlerinde yağmurun altında bu sokaklarda tek başına yürümüştü. Paris onu tüketmiş, duygularını yutmuştu. Paristen ayrıldıktan sonraki senelerde bu sokaklarda yaşadığı anıları kapalı bir kutuya koyarak hafızasının en derin köşelerine kaldırmak için çok çabalamıştı fakat insanın en çok unutmak istediği anıları en çok ihtiyaç duyduklarıydı. Yediği ilk dayaktan beri yaptığı bir hatayı bir daha yapmamak için anılarına güvenen Profesör burada geçirdiği acı günleri unutmaya çalışarak yanlış mı yapmıştı?
"Artık gitmeliyiz efendim," dedi Selman arkasından. "Şehir biz gelmeden boşaltılmış ve insanlar buradan ayrılmış. Korumamız gereken insanlar olmadıkça canımızı tehlikeye atmalıyım derim ben". Durdu ve Profesörün vereceği tepki için beklemeye başladı.
İranlı kadın bir siyaset uzmanı olan Selman Othrys'e savaş patlak vermeden yaklaşık 5 ay önce katılmıştı. Ülkesinde ileri derecede siyaset eğitimi almıştı. İnsanların yürüyüş şekillerinde yazı yazma biçimlerine kadar her ipucundan yaralanarak kişilik analizi yapabiliyordu. Bunun dışında çok güzel bir hitap yeteneği vardı.Konuşacağı kelimeleri özenle seçip güzel cümleler oluşturuyordu. Ülkesinde savaşı durdurmak istediği için mensubu olduğu siyasi partiden atılmıştı üstelik bununla da yetinilmemiş suikast girişiminde bulunulmuştu. Ülkesindeki bağlantılarlazar zor kaçmayı başaran Selman Çin'de Alice'le karşılaşmış, ardından soluğu Othrys'te almıştı. Yapılan toplantılar sırasında strateji yeteneğini kanıtlamıştı. Satranç oynarken Alice dışında bir tek o zorlayabilirdi onu. Profesör onu buraya taktik bilgisinden yaralanmak için getirmişti ama Selman haklıydı, ortada savunulacak kimse kalmamıştı. Şehirdeki bütün insanlar burayı terk etmiş, geride koskoca bir şehir bırakmışlardı.
"Ben burada doğdum Selman. En iyi, en kötü anılarım bu sokaklarda geçti, sesim bu duvarların içine işledi" durdu ve kadının koyu renk gözlerine baktı. "Askerleri al ve şehrin dışına çıkın. Ben şehrimle son kez konuşmak, onunla vedalaşmak istiyorum." dedi. Kadın anlayışla başını salladı ve geri dönerek uzaktan onları izlemekte olan yüzbaşına işaret verdi.
Profesör herkes gittikten sonra sokakta yürümeye devam etti. Capet sokağının sonundaki parkta durdu ve bir banka oturarak sessiz sessiz parka bakarken uzaktan bir kadının ona yaklaşmakta olduğunu anladı. Yüksek topuklu ayakkabıların sesleri yankılanıp Profesöre ulaştığında gelenin Alice olduğunu anladı. Kadın hiç şaşmamış, tam belirtilen yerde, belirtilen zamanda buluşmaya gelmişti. Hiç sesini çıkarmadan gelip Profesörün yanına oturdu. Kadının burada olduğundan kimsenin haberi yoktu. Profesör herkesin önünde onunla özel bir toplantı düzenlemenin Othrys'te nelere neden olacağını tahmin ettiği için burada buluşmuşlardı. Alice tek başına Güney Amerika'dan gelmişti ve konuşmaları bitince Uzak Doğu'ya gitmesi gerekecekti. İlk konuşan Profesör oldu;
"Güney Amerika'da durum nasıl?"
Leydi derin bir nefes çekerek konuşmaya başladı "Buradakinden farklı değil. Savaşları kalın kafalı siyasetçiler başlatıyor ve onlar saraylarda kaba etlerini ısıtırken insanlar ölüyor. Her gün binlerce, onbinlerce insan verilen yanlış bir kara yüzünden ölüyor. Dehşetengiz derecede korkunç bir savaş bu! " dedi Alice sinirlenmeye başlayarak. "Hiç akıllanmıyorlar, hiç! Milyonlarca insan ölüyor, ülkeler ve medeniyetler yıkılıyor, savaş bitiyor ama insanlar hiç değişmiyor! Hala o saçma sapan.... "
"Alice, " dedi Profesör bu konu her açıldığında sinirlerine engel olamayan kadının sözüne keserek. "Bu değişmez bir gerçek, insan doğasında yüzyıllardır olan ve olmaya da devam edecek bir davranış. Kimse kabul etmek istemese savaşmak en az beslenmek kadar önemli bir ihtiyaç insan için. Hiçbir canlının engelleyemediği aşırı sayıda çoğalmamıza biz kendimiz engel oluyoruz. Acı, fakat gerçek olan da bu. İnsan savaşıyor, ve bu sayede dünyada başka canlılarda yaşayabiliyor. Senle bunu daha önce de defalarca tartıştık, şimdi yeniden tartışmanın zamanı değil. " durdu ve kadının gözlerine bakarak sordu. "Dediğimi bulabildin mi?"
Kadın kendisini zar zor tutarak aksi bir şekilde başıyla onayladı.Profesör derin bir nefes alınca Alice çevresine baktı. "Herkes nerede, şehir bomboş" dedi.
Profesörde başını salladı "Bilmiyorum. Bugün burada bir savaş olasılığı vardı, yüksek bir olasılık. Fakat biz geldiğimiz zaman şehir boşaltılmıştı." Gözlerini kadından ayırarak parktaki yolun sonuna baktı. "Bu plandan sadece Heyettekilerin haberi vardı. Dolayısıyla ya biri beni rüyamda konuşturuyor ya da aramızda bir hain var."
Alice bu düşünceyle irkildi fakat bunu hiç belli etmedi. "Mümkün değil," dedi. "Heyetteki herkesi onlardan iyi tanıyoruz. Bu mümkün değil. Hem,kim bizimle kafa tutmaya cüret edebilir ki?" durdu ve gözleri fal taşı gibi açıldı. Sonunda bu kişilerin kim olduğu hakkında bir düşünceye sahip olmuştu.
Saat sabahın 4'ünü çaldığı zaman uyayakaldığı sandalyeden fırladı Junichiro. Sadece yarım saat uyuyabilmişti ve koskoca bir gün boyunca yapması gereken işler onu bekliyordu. Önündeki bilgisayara baktı ve açık kalan gereksiz pencereleri kapattıktan sonra Othrys'in bugünlük iş akışını düzenlemesi ve ana ekrana yansıtması için sisteme komut verdikten sonra bilgisayarı kapattı ve meslektaşları gelesiye kadarki bir saatlik sürede kahvaltı yapmaya üst kata çıktı.
Savaşa katılma kararı daha savaş başlamadan alınmıştı ve savaş başladıktan sonra Othrys'teki herkes farklı görevler için bir bir dünyanın farklı köşelerine dağılmışlardı. Geriye Junichiro ve Othrys'in bakımı ve günlük işlerinden sorumlu Anne dışında kimse kalmamıştı. İkisinin de işlerini güvenli bir ortamdan seyahat etmeden yapmaları gerekiyordu. Üstelik Junichiro böylece görevdekilere daha fazla yardım edebiliyordu.
Othrys'in sanal alem ve teknolojiden sorumlu baş danışmanı Junichiro Japonyalıydı. Othrys ilk kurulduğu zaman orada olan sayılı kişiden biriydi. Japonya'daki bir teknoloji mağazasındaki işine son verilince Leydi kendisini bizzat bulmuş ve ona durumdan bahsetmişti. Çok düşünmemişti J., böyle bir işte çalışmak keyifli olabilirdi. Yanılmıştı. İşi savaştan öncede yeterince zordu, savaş başlayınca yapması gerekenleri yetiştirebilmek için uykusuz kalması gerekti. Her gün göreve giden en az 200 kişiden ayrı ayrı rapor ve istek alıyordu.Görevdekilerin gittikleri yerlerde gördükleri ve görevleri hakkındaki raporları düzenleme ve Profesör gelesiye kadar arşive kaldırmak çok basitti ama rica ettikleri bilgiler ve istekler... işi bu nokta da çok zorlaşıyordu. Kimi zaman herhangi bir kullanıcının profilini ele geçirmek gibi basit bir hacker işlemi gerekirken bazen bakanlığın internet sitesine erişim veya uluslararası bir bankanın müşteri mevduatlarını başka bir hesaba geçirmek kadar yorucu işler olabiliyordu uğraşması gerekenler arasında. Neyse ki bu zor işi yaparken tek başına değildi. Othrys kurulduğundan beri başında olduğu kendi departmanı genişlemişti. Emrinde çalışan kırka yakın işinde iyi hacker meslektaşa sahipti. Aralarındaki dostluğa en küçük bir zarar vermeyen tatlı bir rekabet vardı ve J.'ye saygıları sonsuzdu. Ona "Junichiro"nun kısaltması olarak ' J. ' diyorlardı. Junichiro da bu tek harfli ismini sevmişti.
J. üst kata çıktığı zaman Anne, yardımcıları masayı kahvaltı için hazırlarken elindeki kağıda bakarak çayını yudumluyordu. J.'yi görünce içten ve şefkatli bir gülümsemeyle selam verdi. J.'de günaydın dedikten sonra masada Lizzie'nin karşısına geçerek kahvaltı yapmaya başladı. Othrys'teki herkes ona Anne diyordu fakat eğer aranız iyiyse ve samimiyseniz ona Lizzie diyebilirdiniz. J. ile Lizzie birbirleriyle çok iyi anlaşıyordu. Haftalık oda temizliği dışında. J. son derece pis ve dağınık biri olduğunu kabul ediyordu ama Lizzie'de teknolojiden anlamayan ve saygı duymayan biriydi.
"Aleksandr'ın hazırladığı pazar günü eğlence listesini gördün mü?" dedi Anne J.'nin düşüncelerini bölerek. "Mükemmel bir klasik müzik dinletisi, ardından tiyatro, ortak alanda resim sergisi ve gece parti verilecekmiş." J. gülerek başını salladı ve sadece "Ya, evet." dedi. Aleksandr Rus bir müzisyendi ve Othrys'te kültür ve sanatla ilgilenen bölümün başına Alice tarafından getirilmişti. Bütün dünyanın savaşta olduğu, sürekli insanların öldüğü düşünüldüğünde kendilerinin eğlenmesi pek doğru gözükmeyebilirdi fakat insanlar burada da deli gibi çalışıyordu. Bütün bir hafta boyunca yorulan ve sıkılan çalışanlar ise her ay sadece bir pazar gününde verilen eğlenceleri iple çekiyordu. J. de her ne kadar Aleksandr'ın eğlence anlayışını pek sevmese de her ay sadece bir günlük bu yorucu işten kurtulmak için tek bahanesi bu pazar günleriydi. Üstelik o pazar gününe sadece 2 gün kalmışken heyecanlanmamak elde değildi.
J. tam kahvaltısını bitirmiş kahvesinin içiyordu ki masaya meslektaşlarından Olof yanına gelerek hemen gelmesi gerektiğini söyledi. Kahvesini yarım bırakan J. çalışma alanına gelince Profesör'ün çok acil olarak onunla görüşmesi gerektiğini söylediler. Güvenli yarı telsiz hattan bağlandıkları zaman Profesör'ün sert ve kadifemsi sesini duydu.
"Bütün Othrys'te acil durum ilan edin." dedi hiç acele etmeden. "Soru sormaya vakit yok. Acil durumu ilan edin ve gerekenleri de yanınıza aldıktan sonra yer altındaki sığınaklara çekilin, en az 24 saat içinde bir bombardıman bekliyoruz. Hazırlıklı olun." J.'nin konuşmasına fırsat vermeden kapattı telefonu. Ona bakan iş arkadaşlarının suratına aynı şaşkınlıkla baktıktan sonra Anne'nin telefonuna bağlandı. Profesör söylemişti, çok fazla vakit yoktu. Bombardıman her an başlayabilirdi.