Merhaba arkadaşlar, ben, Minnak Aslan, bu bölümde çok güzel hikayeler okudum. Sonra heveslendim. Evet, çok çabuk gaza gelen bir insanım, ama konumuz maalesef bu değil. Ben de, benim iki yıldır bazen içinde yaşayarak, bazen, "Bu karakterin anası babası kimdi la?" deyip söve söve yarattığım evreni okumanızı istedim. Bir şey yorumlandıkça güzelleşiyo çünkü. Umarım beğenirsiniz demeyeceğim, eğlenin yeter:
BÖLÜM I
Samanların arasında huzursuzlukla doğruldu. Güneş ışığı, dar ve küçük pencereden kırılarak giriyordu ahıra. Güneş ışınlarının aydınlattığı yere doğru ellerini uzatarak birazcık da olsa ısınmaya çalıştı. Kılıç kabzasını kavramaktan nasır tutan elleri soğuktan solgunlaşmıştı. Ayağa kalktı ve koyun postuna sarınarak dışarıya, kara baktı. “Bembeyaz bir çöl gibi… Bahar geliyor neredeyse, çok tuhaf,” diye mırıldandı. Birkaç kır tel de bulunan sakallarını kaşıdı. “Eğer kış bu kadar uzun sürdüyse, barbarlar büyük ihtimalle dağlardan inecektir. Umarım böyle bir şey olmaz.” Ahırın tahta kapısının savrularak açılmasıyla samanların arasına sindi ve nefesini tutarak kemik saplı bıçağını çekti.
“Haydi bakalım, otlama vakti,” diye seslendi neşeli bir çocuk sesi. Kafasını kaldırdığında cılız bir çocuğu gördü, en fazla onunda olmalıydı. Hayvanlar az olduklarından, onların çoğunun geçen yazdaki hastalıktan öldüklerini düşünüyordu, ahır kısa sürede boşaldı ve o da saklandığı yerden çıkarak tahta sırt çantasından bir dilim kurutulmuş et çıkararak iştahla yemeye başladı. Yemeği bittiğinde yürüdü ve ahırın kapısını açtı. Birdenbire yüzüne şiddetli bir soğuk çarptı ve gözlerini kısmak zorunda kaldı. “Tanrılar bizi korusun, kar fırtınası ha?” Güneş kaybolmuştu ve gökyüzünde kara yağmur bulutları dolanıyordu. Demin ahıra giren küçük çocuk, doğanın olanca vahşiliğine direnen yüce bir çamın dibinde uyukluyordu, hayvanlar da karın altında ölen otlardan sindirebildiklerini yiyorlardı. Yavaşça ilerledi ve pelerininin başlığını indirdi.
“Hey oğlum, uyan!” Çocuğun iri gözlerindeki korkuyu sezerek sevecen bir edayla tebessüm etti. “Benden korkmana gerek yok evlat, ben yalnızca zavallı bir adamım.” Çocuk hala korkusunu yenememişti. Adamın pıhtılaşmış kanla kaplanmış pelerininin eteği gözüne çarpıyordu, fakat aksanı da hiç duymadığı kadar kibardı; “Tıpkı masalcının taklit ettiği şövalyeler gibi konuşuyor,” diye düşündü. Kasketini çıkararak hafifçe öne eğildi. “Affedersiniz efendim, sizin oradan geldiğinizi anlayamadım.” Adam, çocuğun kum rengi saçlarını karıştırırken gülümsemesi de genişledi, oğlan başını yavaşça yere eğdi. “Oradan diyerek nereyi kastediyorsun?” Çocuk neredeyse soluk bile almadan duruyordu, çok korktuğu belliydi. “Güneyden efendim. Şövalyelerin ve lordların kocaman kalelerinden. Bunu konuşmanızdan anladım.” Adam başını sallayarak onayladı. “Sen akıllı bir çocuksun küçük dostum,” sağ elini ona doğru uzattı. “Tanıştığımız için çok memnun oldum.” Çocuk ani bir hareketle ayağa sıçradı ve onu kolundan çekiştirdi. “Pantolonunuz kirlenecek efendim, yağmurdan dolayı her yer çamur oldu, lütfen benimle gelin.”
Tepeden aşağıya, üstüne yağan karlar temizlenmiş toprak yolu birkaç blok boyunca izlediler. Oğlan kaygan zeminde rahatça, hem de yalınayak yürüyordu ve taşlara, kara rağmen gıkı bile çıkmamıştı, ona hayranlıkla baktı. “Kesinlikle bir şövalye olmalısın oğlum.” Karların içinde kara birer leke gibi, tanrıların gümüşlerle ovaladığı göğe yükselen çamlar seyrelip yerlerine insan yaratıları geçtiğinde, sonunda kerpiçten bir evin bahçe duvarının önünde durdular. “Buna gerçekten hiç gerek yok evlat,” dedi sonunda olacakları anlayınca, “Başınız belaya girecek,” diye ekledi içinden. “Lütfen efendim,” diye yalvardı çocuk, sonra başını öne eğdi. “Beni affedin, bir efendiyi böyle zorla sürüklememem gerekirdi.” Pişmanlıkla gidip çocuğun omzunu sıktı, bacaklarını da artık hissetmiyordu ve daha fazla inada gerek yoktu. Güneyli bir alık, kuzeyin doğasında bir haftadan fazla yalnız yaşayamazdı. O da sınırları zorlamayacaktı. “Teşekkür ederim, sen çok yüce gönüllü bir erkek olacaksın.”
Oğlan derme çatma bahçe kapısını açtı ve bahçede kar küreyen bir deri bir kemik bir adam gördüler. Tıpkı evi gibi çökmüş, köhnemiş, yorulmuğştu adam. Adeta haddinden fazla budanmış, geriye göğe yalvarırcasına uzanan kısımları kalmış bir ağaca benziyordu. “Geldin mi oğlum, haydi ba-“ Adam onu görmüştü, güneylilere has ipekli pelerinini de görmüştü. “Buyur,” gözlerini şüpheyle kısarak her ihtimale karşı ekledi, “efendi?”
“Üstümde bir çatı ve biraz yemek, tek dilediğim bu, efendim.” Adama yaklaştı ve önünde dikildi, sesi de alçalmıştı. “Ahırınızda uyuduğum iki gece için de belirlediğiniz fiyatı ödeyeceğim.” Kuzeyli yutkundu ve bakışlarını başka tarafa çevirdi. “Efendiler istedikleri yerde kalmakta özgürler.” Elini uzattı ve adamın kemikli sırtını dostça sıvazladı. Bunu yaparken adamın belinde parlayan kılıç kemerine baktığından adı gibi emindi. “Ben sizin ağırlamanıza layık olmak için yalvarıyorum. Üstümde bir çatı ve biraz yemek, yalnızca bir gece.” Adam küreği duvara dayadığında eskisi kadar tedirgin görünmüyordu. “Orada öylece dikilme, üşüteceksin,” dedikten sonra başıyla evi işaret etti, “haydi içeri geç.”
Gezgin bir rahibin iki yıl önce hediye ettiği birkaç mumun ışığında yemek yiyorlardı. “Hava buralarda erken kararır,” dedi adam koca lokmalarının arasında, “bazen de hiç kararmaz.” Nortras elindeki ekmek parçasını sofraya geri bıraktı, onun için bir tavuklarını kestiklerini düşündükçe iştahı kaçıyordu. Oysa arkada, başka bir sofrada yemeklerini yiyen kadın, oğlan ve bebek, et yemekten dolayı gayet mutlu görünüyorlardı. “İsmi Vandir,” dedi adam birden parmağıyla oğlunu işaret ederek, “on iki yaşında, ama küçük görünüyor, değil mi? Birkaç yıl sonra da ihtiyar ve ölü babam gibi görünecek. Bizim kaderimiz böyledir. Bu yıl tam anlamıyla battım beyim, çobanlığımı o yapıyor.” İç geçirdikten sonra sordu. “Barbarlar yüzünden, değil mi?” Adam kafasını salladı. “Yalnız onlar değil beyim, bir de büyücüler. Elimizdeki her şeyi alıyorlar, çocuklar da dahil. Ben tanrıların bu kadar açgözlü olduklarına hiç inanamadım. Vandir onlar geldiğinde şükürler olsun ki koyunları otlatıyordu. Bu kötü bir şey değil mi beyim? Bu barbarların yaptıklarından fena değil mi?” Nortras yumruklarını sıkarak hırladı. “Onların barbarlardan hiçbir farkı yok. Dini kendilerine maske olarak kullanarak yoksul köylüleri soyuyorlar ve herkes bunlara inanıyor, hayret ediyorum doğrusu. Bu yasal bile değil.” Sonra bir sessizlik oldu ve ortadaki geniş tastan birkaç kaşık daha çorba içti.
Birden korkutucu bir fısıltıyla kendine geldi ve mumların cansız ışığında daha da zavallı görünen adamın yüzüne baktı. “Sen kimsin beyim?” Dudaklarını yalayarak cevapladı. “Bunu söylemek sana yapabileceğim en büyük kötülük olu-“ Adamın geniş elinin kolunu sertçe sıktığını hissetti. “Ekmeğimi, evimi seninle paylaştım. Bunu bilmek hakkım.” Başını onaylarcasına salladı. “Haklısın, ben,” diye söze başladı, “ben…”
Birden, köyün toprak yolundan, sanki yerin dibine gizlenmiş cehennemlerden yankılanıyormuş gibi gelen vahşi haykırışlar ve çığlıklar duyuldu. Adam belindeki ağır kılıcı cılız parıltılar eşliğinde çekerek ayağa kalktığında bebek ve annesi ağlıyor, Vandir kocaman olmuş gözleriyle ona bakıyor, babası da ailesini korumak adına bir şey aranıyordu. “Sakın buradan bir yere ayrılmayın,” diye bir kumandan sertliğinde emrettikten sonra bahçeyi aştı, yola doğru koştu ve dumanların yükseldiği yere doğru hızla ilerlemeye başladı.
“Hepsini gebertin, kadınları ve çocukları ganimet olarak alın!” Gri bir atın üstünde, eski bir heykel kibriyle dikilen sarışın adam bunları söylüyordu kendisine benzeyen yirmi adama. “Tıpkı bize yaptıkları gibi…” Çoğunun kaynatılmış deriden zırhları, geldikleri yerlerde öldürdüklerinin kanıyla kutsanmıştı. “Merhamet,” diye yalvardı, adamlarının çamurlar içinde ona doğru sürükledikleri koca göbekli yaratık. Muhtemelen köyün şefi, bu olmalıydı. Barbarın saman sarısı bıyıklarının altındaki dudakları tatminkar bir tebessümle kıvrıldı. “Cehennem Tutuşturan sana merhamet etsin.” İki metreyi aşan boyu ve iri gövdesiyle bir ayının oğlu olduğuna inanılan sağ kolu Monsir çoktan emri almıştı. Savaş baltasını savurarak tek hamlede diz çökmüş adamın kellesini gövdesinden ayırdı. Barbar güruhundan neşeli kahkahalar yükseldi ve barbar şefi atından aşağıya atladı.
Kasabadaki katliamı ilk gören, birliğin şahin bakışlı gözcüsü Harelk oldu. “Sör, sör, aşağıdaki kasabada bir baskın var!” Tilki kürkünden pelerinine bürünmüş genç adam cevap vermedi, fakat elindeki çıplak bıçakla oynamayı bıraktı, Samonlu metresini düşünmeyi de. Adamlarının birbirlerine fısıltıyla anlattığı müstehcen fıkralar da artık kesilmişti. Bozkırın sararmış, hatta kar altında çürümüş otlarının üstünden kalkarken gözlerinde herhangi bir duygu yoktu. “Ne düşünüyorsun?” Harelk önce doğu yönünü tutan yirmi adamı işaret etti. “Sadece bu kadar da değiller,” dedi ve güneye doğru giden, taş döşeli ana yolu tutan kırk savaşçıyı gösterdi. Köyden alevler yükseliyordu ve üç kez kırılan burnu olmasa bir erkeğe göre fazlaca güzel yüzü korkuyla solmuş olan Harelk, endişeyle adamın kolunu kavradı. “Sör,” diyebildi yalnızca. Genç şövalye onun gözlerine baktığında, dökülmemiş yaşları fark etti. Harelk’in annesinin akrabaları burada yaşıyordu.
Bir süre öylece dikildi, nazik rüzgarın kulaklarından ruhuna dolmasına, onu okşayıp arındırmasına izin verdi. “Bir kahraman olacağım,” dedi kendi kendine sonra ve neşeyle yeni yeni terleyen bıyıklarını okşadı, ardından kararlı bir tavırla atına atladı. “Aşağıya iniyoruz,” diye seslendi adamlarına. Oflaya oflaya, ağrıyan bellerini tutarak bıkkınlıkla atlarına binen bu adamların savaş meydanında ilk dökülen damlada birer canavara dönüşeceklerini adı gibi biliyordu. Kuzeybatıdan, uzaktaki denizin olduğu yerden sert ve tuhaf bir şekilde sıcak bir rüzgar esmeye başladı, sonra bu rüzgar barbarların lanetli diyarlarındaki yağmur bulutlarını taşıdı oraya. Gök gürlemeye ve sağanak bir yağmur yağmaya başlarken, Samon’u, denizi ve metresini en son ne zaman gördüğünü düşledi. Hatırlayamıyordu. Zırhına düşen her damlanın çıkardığı tıkırtı ve topraktan cömertçe yayılan yağmur kokusu ona huzur veriyordu, fakat altın saçlı güzel Solennan aklından bir türlü çıkmıyordu.
Bir süre sonra göz gözü görmez oldu. Kasabaya kuzeyden gelen yola kurulmuş köyden yükselen alevlerin ışığı dışında hiçbir ışık kaynağı yoktu. Şövalye de atını köye çevirip mahmuzlarını hayvanın derisine geçirdi. Köye biraz daha yaklaştıkça, büyük bir çiftlik evindeki yangının parlak baltalarına ve zırhlarına aksettiği birkaç barbarı seçebildiler. Kahrolası elleri bir de titremeseydi… Kurumuş boğazını serinletmek için yutkunarak dudaklarını yaladı. “Gidin,” diye güçsüz bir ses yükseldi boğazından. Atını dörtnala koşturan altı adamı sırıtarak geri döndükleri zaman başını yumuşacık tilki kürküne huzurla gömdü. “Tanrılar bu evin ölülerini kutsasın,” diye bariton sesiyle dua etti yanında at süren Dokuzparmak Gywfrid. “Tanrılar bu evin ölülerini kutsasın,” diye pekiştirdi bodur adamın duasını ve atını yürüttü.
Karanlık bastırmıştı, ay görünürde yoktu fakat köye giden yolu alevler ve yıldızlar aydınlatıyordu. Alevler daha da yükseldi ve genç adam kendini bir fırındaymış gibi hissetti. Yüzüne doğru sıcak ve pis kokulu bir rüzgar esiyor, onu bunaltıyordu. Tilki kürküne daha da sığındı. Köy meydanı belirginleşince durdu ve birliğini ikiye ayırdı. Yirmi iki adamını güneydeki barbarların üzerine yolladı, kendisi de geri kalan on dört adamla doğudakilerin işini görecekti. “Tanrılar bana yardım edin,” diye iç geçirirken ellerinin titremesi durmuştu.
Meydana yaklaştıkça yürekleri parçalayan çığlıkları duymaya başladılar. Tam bir taşralı olan Gywfrid öfkesinden bütün barbarlara küfrediyordu. Çığlıkları ve pis kokuyu duymamış olmayı dilerken yüzünü sıvazladı. Atından indi ve askerleri de onu taklit ettiler. Toprak, doymazlıkla üstüne saçılan kanı sindiriyordu ve bu onun mide bulantısının artmasına neden oluyordu. Soluklanmayı akıl ederek bir süre derin derin nefes aldı ve sonra küçük bir korunun seti gibi uzanan çalılıkların ardına saklandı. Askerleri de onun yanına sinerek barbarları gözetlemeye başladılar.
“Çok güzelsiniz leydim.” Barbar saflarından gürültülü bir kahkaha yükseldi. “Bütün ordunun kraliçesi olacaksınız.” Yakışıklı barbar şefi, ellerini kalçasına koymuş, yüzünde bir sırıtışla önünde diz çöktürülmüş bembeyaz elbiseli bir kadına bakıyordu. Barbar şefi arkasına dönerek bir müddet yerde kalmayı becerebilen, kana bulanmış karlara çizmesini batırdı ve düşündü, sonra tekrar kadına döndü. “Bu onuru ilk bana bahşeder miydiniz acaba?” Kadın zorluydu, barbar şefine lanetler yağdırarak küfretti ve adam suratına okkalı bir tokat savurana dek durmadı. “Kahrolası, sen kasaba reisinden olmasın, yoksa her kadınla aynı şeye sahipsin. Ama sen benim olduğunda,” tekrar gülümsüyordu, “Karianin de bizim olacak.”
Genç adamın gözleri yuvalarından fırladı. Bu kadarı da fazlaydı. Bu vahşiler, onların topraklarına mı göz dikiyorlardı? “Yeminini hatırla, yeminini hatırla oğlum.” Diyarım kanımla yükselir. Diyarım kanımla yükselir. Evet, hala hatırlıyordu. Barbar safları birden kral, kraliçe ve prenses aleyhine müstehcen şarkılar söylemeye başladılar. Sonra yakılmamış büyük bir evden çıkan iki barbar, yanlarında daha fazla kadınla meydanın ortasına doğru yürüdüler ve alevler onların yüzlerini aydınlattı. Her biri güzel, her biri taze kızlardı ve bu kahrolası heriflerin eline düşmüşlerdi. Meydanda yere serilmiş taşra muhafızlarının cesetleri de vardı.
“Çok güzelsiniz leydim,” dedi adam yeniden. Bu barbar hastanın tekiydi, bir leydiyle yatmak mı istiyordu, bir türlü anlayamamıştı. Güçlü kollarıyla sardığı kadın çığlıklar atıyor, fakat adam durmuyordu. Neredeyse nazik hareketlerle kadının elbisesini yırtmaya başladı. Bu kadarı fazlaydı, hele onun gibi birisi için çok fazla. Tanrılara yakararak kükredi, bütün hızıyla yerinden fırladı ve kılıcıyla içgüdüsel bir şekilde ona doğru koşturan bir barbarın suratını parçaladı. Kanla sulanmış kılıcına alevler yansıyordu. Saf bir köylü çocuğu olan Svobod, komutanının yanındaki yerini hemen aldı ve kılıcıyla birinin karnını yararak bağırsaklarını dışarı çıkardı. Hepsinin yürekleri öfkeyle kararmıştı ve bilinçlerini kaybetmiş gibi haykırarak saldırıyorlardı. Harelk, adamları çalıların arkasından ok yağmuruna tutmuştu, fakat evlerden çıkan diğerleri de onlara saldırdı. Şövalye bir jilet kadar keskin kılıcını bir şişleme hamlesi ile savurarak bir başka barbarı daha cehenneme gönderdi ve büyük bir açlıkla şeflerini arandı. Adam kılıcıyla askerlerine ölüm saçıyordu. Hepsi birbirlerine girmiş, cesetlerin üzerinde, kan gölcüklerinde, çamurların arasında dövüşüyorlardı. Şövalye, barbar saflarını en önündeki yakışıklı yüzü seçti ve bütün o ölümcül kavganın arasında ona doğru koşturdu. Önüne aniden çıkıveren bir barbarın boğazını küfürler savurarak keserken hızını alamayarak yere düştü. Şef gürültülerin geldiği yöne baktı, şövalyeyi fark ederek koşmaya başladı ve hemen tepesinde dikildi.
Sonra bir ıslık çaldı ve birkaç saniye sonra sağ tarafından gelen ışıklar kayboldu, yangınların yansıdığı adamın ablak yüzü, günün dehşetinden bile korkunçtu. Barbarlar saldırıyı başarıyla savuşturarak, ilk anda nereden geldiklerini anlamadıkları bu ölüm şövalyelerini durdurmuşlardı. Svobod, Lamquin, Tyodro ve kahrolası suratlarını seçemediği birkaçı daha kanlar içinde yerde yatıyorlardı. Genç şövalye üstünde dikilen adamların ikisini de lanetledi ve kahkahalarını duymazlıktan geldi.
Tutuşturulmuş odunlar, saman ve saz çatılı evlerin pencerelerinden içeriye atılıyor ve kolayca yanıyordu evler. Bulutları ve göğü dahi karartan dumanlara, alevlerin iştahla yuttuğu derme çatma evlere baktı. Her tarafa yayılan kan, sidik ve yanmış et kokusunu uzun bir süre sonra tekrar duyuyordu. Köyün diğer ucundan buraya kadar koştuğu için nefes nefeseydi, fakat yanan göğsünü umursamadan kendini savaşına odaklamaya çabaladı. “Caranh!”
Kazanacağı zaferin verdiği hazla, genç şövalyenin bembeyaz suratına bakıp kıkırdayan barbar şefinin gülüşü birden soldu ve gözleri çakmak çakmak yanmaya başladı. “Caranh! Alçak, yağmacı, hırsız, katil! Karşıma çık seni ödlek!” Barbarların çoğu kana bulanmış ellerini pantolonlarına silerek zafer kazanmış bir ordu edasıyla komutanlarının yanına geliyorlardı, fakat bu hükmedici ses gecenin karanlığından yükselince tekrar ciddileşerek silahlarını kavradılar. Sonunda cesetlerin arasında, siyahlara bürünmüş bir şekil beliriverdi. Orada duruyordu işte, Karianin’in kahramanı Albay Nortras orada duruyordu.
Nortras yavaş ve kendinden emin adımlarla, hayretle ona bakan barbarlar ve kim olduğunu anlamaya çalışan Karianinlilerin ortasında durdu. Ağır kılıcını çekti ve sıkıca kavradı önce, sonra barbar saflarını alaycı bir edayla süzmeye başladı. “Caranh, dövüşmeyecek misin? Sana annenin bacak arasını yeniden sunacağım, korkma.” Adamlar kılıçlarını ve baltalarını onu parçalamak için kaldırdılar, fakat Caranh bağırarak onları durdurdu. “Durun!”
“Ah haydi ama, o soysuz poponu birazcık okşayacağım sadece.” Düşmanının gururunu kullanmak istiyor ve bu haltın onlarca barbara karşı işe yaraması için tanrılara içten içe dua ediyordu, yoksa işi bitikti. Derin bir nefes aldı ve nefesini ağzından saldığında beyaz dumanlar dışarıya çıktı, kılıcının sapını iyice kavradı. Gözlerini bir anlığına yumdu, ölümden korkmuyordu. Hiçbir şeyden korkmuyor, korkunun ne olduğunu uzun zamandır hayal bile edemiyordu. Rahatlamıştı. “Ben Björrsin Evi’nden, kralın hizmetkarı Nortras Björrsin, size krallığımın onuruna saldırdığınız için meydan okuyorum.” Bunu alayla değil, bir turnuvada dengi bir rakibe meydan okuyan kibar bir şövalye gibi söylemişti.
Monsir ifadesiz bakışlarını yerde titreyen oğlandan şefine çevirdi; Caranh ise bu bakışlardaki manayı hemen kavrayarak başını sallamakla yetindi. Nortras hareketsiz bekledi; devasa barbar ise koşuyordu, boğazını yırtarcasına küfrediyor ve koşuyordu.
Elindeki baltanın ağırlığı onu etkilemiyordu, saatlerdir balta sallamaktan yanan kasları da onu etkilemiyordu, çıldırmış bir adam gibi koşuyordu. Nortras’a gittikçe yaklaşıyordu ve yaklaştıkça çift ağızlı savaş baltasını iki eliyle sımsıkı kavrıyordu. Kendi yarattığı rüzgarda uçuşan sarı saçları, kendine güvenini hat safhaya çıkarıyordu. Yeraltında yaşayan ölümün tanrılarını arzuyla çağırdı ve bütün gücüyle başının üstünde kaldırarak indirdi baltasını. Balta, Monsir’in inanılmaz kuvvetiyle Nortras’a indi, ama turnuvalar şampiyonu Nortras da kolay bir rakip değildi. Kulaklarındaki kan uğuldamaya başladı, saniyeden daha az bir süre içerisinde hamleyi savuşturup yanıtlaması gerekiyordu. Ağır kılıcıyla darbeyi karşıladı ama Monsir’in kuvveti ile baltanın ağırlığı altında ezilir gibi oldu. “Geç kaldın kahrolası.”
Bir süre birbirlerini iterek güçlerini göstermeye çalıştılar, sonra Nortras yana sıçradı ve hantal barbar sendeleyerek ayakta durmaya çabaladı. Nortras yere inerken kılıcını kaldırarak savaş tanrılarına seslendi. “Şimdi! ŞİMDİ!”
Kılıcını öyle bir hızla Monsir’in kafasına indirmişti ki, devasa barbarın beynindeki sıvılar, saniyeler sonra toprağa karışıyordu. Suratına doğru esen habis kokulu, ılık bir rüzgar, onu kendine getirdi. Kanlar damlayan kılıcına ordusuyla gurur duyan bir kumandanın edasıyla baktı. Barbarlar yıkılmıştı, onurları, şansları, kuvvetleri Monsir ölmüştü. Caranh olduğu yerde donakalmış, Nortras’a bakıyordu. Ölüp ölmeme konusunu bir kez daha göz ardı ederek barbar şefinin karşısında durdu. Fakat “Sen,” diye söze başlarken korkudan kalbinin göğsünden fırlayacağını zannediyordu, “beni iyi dinle. Karianin’i sahipsiz sanacak kadar budala olmana bir şey diyemem, ama masum insanları öldürecek kadar zalim ve onursuzsun Caranh.” Kılıcını, titremesini saklamayı deneyerek kaldırdı ve içinde kalan son cesaret kırıntısıyla haykırdı. “BEN KARIANİNLI NORTRAS BJÖRRSİN! KALBİMİN HER ATIŞI BU ÜLKE İÇİN, BU TOPRAKLAR İÇİN, BU İNSANLAR İÇİN!” Kılıcını barbarın göğsüne sapladığında yükselen boruların ve yeri sarsan toynakların sesini işiterek tanrılara şükretti ve kılıcını nezaketle adamın göğsünden çekti. “Sen, zavallı, hak ettiğin cezayı aldın.”
BÖLÜM I
Samanların arasında huzursuzlukla doğruldu. Güneş ışığı, dar ve küçük pencereden kırılarak giriyordu ahıra. Güneş ışınlarının aydınlattığı yere doğru ellerini uzatarak birazcık da olsa ısınmaya çalıştı. Kılıç kabzasını kavramaktan nasır tutan elleri soğuktan solgunlaşmıştı. Ayağa kalktı ve koyun postuna sarınarak dışarıya, kara baktı. “Bembeyaz bir çöl gibi… Bahar geliyor neredeyse, çok tuhaf,” diye mırıldandı. Birkaç kır tel de bulunan sakallarını kaşıdı. “Eğer kış bu kadar uzun sürdüyse, barbarlar büyük ihtimalle dağlardan inecektir. Umarım böyle bir şey olmaz.” Ahırın tahta kapısının savrularak açılmasıyla samanların arasına sindi ve nefesini tutarak kemik saplı bıçağını çekti.
“Haydi bakalım, otlama vakti,” diye seslendi neşeli bir çocuk sesi. Kafasını kaldırdığında cılız bir çocuğu gördü, en fazla onunda olmalıydı. Hayvanlar az olduklarından, onların çoğunun geçen yazdaki hastalıktan öldüklerini düşünüyordu, ahır kısa sürede boşaldı ve o da saklandığı yerden çıkarak tahta sırt çantasından bir dilim kurutulmuş et çıkararak iştahla yemeye başladı. Yemeği bittiğinde yürüdü ve ahırın kapısını açtı. Birdenbire yüzüne şiddetli bir soğuk çarptı ve gözlerini kısmak zorunda kaldı. “Tanrılar bizi korusun, kar fırtınası ha?” Güneş kaybolmuştu ve gökyüzünde kara yağmur bulutları dolanıyordu. Demin ahıra giren küçük çocuk, doğanın olanca vahşiliğine direnen yüce bir çamın dibinde uyukluyordu, hayvanlar da karın altında ölen otlardan sindirebildiklerini yiyorlardı. Yavaşça ilerledi ve pelerininin başlığını indirdi.
“Hey oğlum, uyan!” Çocuğun iri gözlerindeki korkuyu sezerek sevecen bir edayla tebessüm etti. “Benden korkmana gerek yok evlat, ben yalnızca zavallı bir adamım.” Çocuk hala korkusunu yenememişti. Adamın pıhtılaşmış kanla kaplanmış pelerininin eteği gözüne çarpıyordu, fakat aksanı da hiç duymadığı kadar kibardı; “Tıpkı masalcının taklit ettiği şövalyeler gibi konuşuyor,” diye düşündü. Kasketini çıkararak hafifçe öne eğildi. “Affedersiniz efendim, sizin oradan geldiğinizi anlayamadım.” Adam, çocuğun kum rengi saçlarını karıştırırken gülümsemesi de genişledi, oğlan başını yavaşça yere eğdi. “Oradan diyerek nereyi kastediyorsun?” Çocuk neredeyse soluk bile almadan duruyordu, çok korktuğu belliydi. “Güneyden efendim. Şövalyelerin ve lordların kocaman kalelerinden. Bunu konuşmanızdan anladım.” Adam başını sallayarak onayladı. “Sen akıllı bir çocuksun küçük dostum,” sağ elini ona doğru uzattı. “Tanıştığımız için çok memnun oldum.” Çocuk ani bir hareketle ayağa sıçradı ve onu kolundan çekiştirdi. “Pantolonunuz kirlenecek efendim, yağmurdan dolayı her yer çamur oldu, lütfen benimle gelin.”
Tepeden aşağıya, üstüne yağan karlar temizlenmiş toprak yolu birkaç blok boyunca izlediler. Oğlan kaygan zeminde rahatça, hem de yalınayak yürüyordu ve taşlara, kara rağmen gıkı bile çıkmamıştı, ona hayranlıkla baktı. “Kesinlikle bir şövalye olmalısın oğlum.” Karların içinde kara birer leke gibi, tanrıların gümüşlerle ovaladığı göğe yükselen çamlar seyrelip yerlerine insan yaratıları geçtiğinde, sonunda kerpiçten bir evin bahçe duvarının önünde durdular. “Buna gerçekten hiç gerek yok evlat,” dedi sonunda olacakları anlayınca, “Başınız belaya girecek,” diye ekledi içinden. “Lütfen efendim,” diye yalvardı çocuk, sonra başını öne eğdi. “Beni affedin, bir efendiyi böyle zorla sürüklememem gerekirdi.” Pişmanlıkla gidip çocuğun omzunu sıktı, bacaklarını da artık hissetmiyordu ve daha fazla inada gerek yoktu. Güneyli bir alık, kuzeyin doğasında bir haftadan fazla yalnız yaşayamazdı. O da sınırları zorlamayacaktı. “Teşekkür ederim, sen çok yüce gönüllü bir erkek olacaksın.”
Oğlan derme çatma bahçe kapısını açtı ve bahçede kar küreyen bir deri bir kemik bir adam gördüler. Tıpkı evi gibi çökmüş, köhnemiş, yorulmuğştu adam. Adeta haddinden fazla budanmış, geriye göğe yalvarırcasına uzanan kısımları kalmış bir ağaca benziyordu. “Geldin mi oğlum, haydi ba-“ Adam onu görmüştü, güneylilere has ipekli pelerinini de görmüştü. “Buyur,” gözlerini şüpheyle kısarak her ihtimale karşı ekledi, “efendi?”
“Üstümde bir çatı ve biraz yemek, tek dilediğim bu, efendim.” Adama yaklaştı ve önünde dikildi, sesi de alçalmıştı. “Ahırınızda uyuduğum iki gece için de belirlediğiniz fiyatı ödeyeceğim.” Kuzeyli yutkundu ve bakışlarını başka tarafa çevirdi. “Efendiler istedikleri yerde kalmakta özgürler.” Elini uzattı ve adamın kemikli sırtını dostça sıvazladı. Bunu yaparken adamın belinde parlayan kılıç kemerine baktığından adı gibi emindi. “Ben sizin ağırlamanıza layık olmak için yalvarıyorum. Üstümde bir çatı ve biraz yemek, yalnızca bir gece.” Adam küreği duvara dayadığında eskisi kadar tedirgin görünmüyordu. “Orada öylece dikilme, üşüteceksin,” dedikten sonra başıyla evi işaret etti, “haydi içeri geç.”
Gezgin bir rahibin iki yıl önce hediye ettiği birkaç mumun ışığında yemek yiyorlardı. “Hava buralarda erken kararır,” dedi adam koca lokmalarının arasında, “bazen de hiç kararmaz.” Nortras elindeki ekmek parçasını sofraya geri bıraktı, onun için bir tavuklarını kestiklerini düşündükçe iştahı kaçıyordu. Oysa arkada, başka bir sofrada yemeklerini yiyen kadın, oğlan ve bebek, et yemekten dolayı gayet mutlu görünüyorlardı. “İsmi Vandir,” dedi adam birden parmağıyla oğlunu işaret ederek, “on iki yaşında, ama küçük görünüyor, değil mi? Birkaç yıl sonra da ihtiyar ve ölü babam gibi görünecek. Bizim kaderimiz böyledir. Bu yıl tam anlamıyla battım beyim, çobanlığımı o yapıyor.” İç geçirdikten sonra sordu. “Barbarlar yüzünden, değil mi?” Adam kafasını salladı. “Yalnız onlar değil beyim, bir de büyücüler. Elimizdeki her şeyi alıyorlar, çocuklar da dahil. Ben tanrıların bu kadar açgözlü olduklarına hiç inanamadım. Vandir onlar geldiğinde şükürler olsun ki koyunları otlatıyordu. Bu kötü bir şey değil mi beyim? Bu barbarların yaptıklarından fena değil mi?” Nortras yumruklarını sıkarak hırladı. “Onların barbarlardan hiçbir farkı yok. Dini kendilerine maske olarak kullanarak yoksul köylüleri soyuyorlar ve herkes bunlara inanıyor, hayret ediyorum doğrusu. Bu yasal bile değil.” Sonra bir sessizlik oldu ve ortadaki geniş tastan birkaç kaşık daha çorba içti.
Birden korkutucu bir fısıltıyla kendine geldi ve mumların cansız ışığında daha da zavallı görünen adamın yüzüne baktı. “Sen kimsin beyim?” Dudaklarını yalayarak cevapladı. “Bunu söylemek sana yapabileceğim en büyük kötülük olu-“ Adamın geniş elinin kolunu sertçe sıktığını hissetti. “Ekmeğimi, evimi seninle paylaştım. Bunu bilmek hakkım.” Başını onaylarcasına salladı. “Haklısın, ben,” diye söze başladı, “ben…”
Birden, köyün toprak yolundan, sanki yerin dibine gizlenmiş cehennemlerden yankılanıyormuş gibi gelen vahşi haykırışlar ve çığlıklar duyuldu. Adam belindeki ağır kılıcı cılız parıltılar eşliğinde çekerek ayağa kalktığında bebek ve annesi ağlıyor, Vandir kocaman olmuş gözleriyle ona bakıyor, babası da ailesini korumak adına bir şey aranıyordu. “Sakın buradan bir yere ayrılmayın,” diye bir kumandan sertliğinde emrettikten sonra bahçeyi aştı, yola doğru koştu ve dumanların yükseldiği yere doğru hızla ilerlemeye başladı.
“Hepsini gebertin, kadınları ve çocukları ganimet olarak alın!” Gri bir atın üstünde, eski bir heykel kibriyle dikilen sarışın adam bunları söylüyordu kendisine benzeyen yirmi adama. “Tıpkı bize yaptıkları gibi…” Çoğunun kaynatılmış deriden zırhları, geldikleri yerlerde öldürdüklerinin kanıyla kutsanmıştı. “Merhamet,” diye yalvardı, adamlarının çamurlar içinde ona doğru sürükledikleri koca göbekli yaratık. Muhtemelen köyün şefi, bu olmalıydı. Barbarın saman sarısı bıyıklarının altındaki dudakları tatminkar bir tebessümle kıvrıldı. “Cehennem Tutuşturan sana merhamet etsin.” İki metreyi aşan boyu ve iri gövdesiyle bir ayının oğlu olduğuna inanılan sağ kolu Monsir çoktan emri almıştı. Savaş baltasını savurarak tek hamlede diz çökmüş adamın kellesini gövdesinden ayırdı. Barbar güruhundan neşeli kahkahalar yükseldi ve barbar şefi atından aşağıya atladı.
Kasabadaki katliamı ilk gören, birliğin şahin bakışlı gözcüsü Harelk oldu. “Sör, sör, aşağıdaki kasabada bir baskın var!” Tilki kürkünden pelerinine bürünmüş genç adam cevap vermedi, fakat elindeki çıplak bıçakla oynamayı bıraktı, Samonlu metresini düşünmeyi de. Adamlarının birbirlerine fısıltıyla anlattığı müstehcen fıkralar da artık kesilmişti. Bozkırın sararmış, hatta kar altında çürümüş otlarının üstünden kalkarken gözlerinde herhangi bir duygu yoktu. “Ne düşünüyorsun?” Harelk önce doğu yönünü tutan yirmi adamı işaret etti. “Sadece bu kadar da değiller,” dedi ve güneye doğru giden, taş döşeli ana yolu tutan kırk savaşçıyı gösterdi. Köyden alevler yükseliyordu ve üç kez kırılan burnu olmasa bir erkeğe göre fazlaca güzel yüzü korkuyla solmuş olan Harelk, endişeyle adamın kolunu kavradı. “Sör,” diyebildi yalnızca. Genç şövalye onun gözlerine baktığında, dökülmemiş yaşları fark etti. Harelk’in annesinin akrabaları burada yaşıyordu.
Bir süre öylece dikildi, nazik rüzgarın kulaklarından ruhuna dolmasına, onu okşayıp arındırmasına izin verdi. “Bir kahraman olacağım,” dedi kendi kendine sonra ve neşeyle yeni yeni terleyen bıyıklarını okşadı, ardından kararlı bir tavırla atına atladı. “Aşağıya iniyoruz,” diye seslendi adamlarına. Oflaya oflaya, ağrıyan bellerini tutarak bıkkınlıkla atlarına binen bu adamların savaş meydanında ilk dökülen damlada birer canavara dönüşeceklerini adı gibi biliyordu. Kuzeybatıdan, uzaktaki denizin olduğu yerden sert ve tuhaf bir şekilde sıcak bir rüzgar esmeye başladı, sonra bu rüzgar barbarların lanetli diyarlarındaki yağmur bulutlarını taşıdı oraya. Gök gürlemeye ve sağanak bir yağmur yağmaya başlarken, Samon’u, denizi ve metresini en son ne zaman gördüğünü düşledi. Hatırlayamıyordu. Zırhına düşen her damlanın çıkardığı tıkırtı ve topraktan cömertçe yayılan yağmur kokusu ona huzur veriyordu, fakat altın saçlı güzel Solennan aklından bir türlü çıkmıyordu.
Bir süre sonra göz gözü görmez oldu. Kasabaya kuzeyden gelen yola kurulmuş köyden yükselen alevlerin ışığı dışında hiçbir ışık kaynağı yoktu. Şövalye de atını köye çevirip mahmuzlarını hayvanın derisine geçirdi. Köye biraz daha yaklaştıkça, büyük bir çiftlik evindeki yangının parlak baltalarına ve zırhlarına aksettiği birkaç barbarı seçebildiler. Kahrolası elleri bir de titremeseydi… Kurumuş boğazını serinletmek için yutkunarak dudaklarını yaladı. “Gidin,” diye güçsüz bir ses yükseldi boğazından. Atını dörtnala koşturan altı adamı sırıtarak geri döndükleri zaman başını yumuşacık tilki kürküne huzurla gömdü. “Tanrılar bu evin ölülerini kutsasın,” diye bariton sesiyle dua etti yanında at süren Dokuzparmak Gywfrid. “Tanrılar bu evin ölülerini kutsasın,” diye pekiştirdi bodur adamın duasını ve atını yürüttü.
Karanlık bastırmıştı, ay görünürde yoktu fakat köye giden yolu alevler ve yıldızlar aydınlatıyordu. Alevler daha da yükseldi ve genç adam kendini bir fırındaymış gibi hissetti. Yüzüne doğru sıcak ve pis kokulu bir rüzgar esiyor, onu bunaltıyordu. Tilki kürküne daha da sığındı. Köy meydanı belirginleşince durdu ve birliğini ikiye ayırdı. Yirmi iki adamını güneydeki barbarların üzerine yolladı, kendisi de geri kalan on dört adamla doğudakilerin işini görecekti. “Tanrılar bana yardım edin,” diye iç geçirirken ellerinin titremesi durmuştu.
Meydana yaklaştıkça yürekleri parçalayan çığlıkları duymaya başladılar. Tam bir taşralı olan Gywfrid öfkesinden bütün barbarlara küfrediyordu. Çığlıkları ve pis kokuyu duymamış olmayı dilerken yüzünü sıvazladı. Atından indi ve askerleri de onu taklit ettiler. Toprak, doymazlıkla üstüne saçılan kanı sindiriyordu ve bu onun mide bulantısının artmasına neden oluyordu. Soluklanmayı akıl ederek bir süre derin derin nefes aldı ve sonra küçük bir korunun seti gibi uzanan çalılıkların ardına saklandı. Askerleri de onun yanına sinerek barbarları gözetlemeye başladılar.
“Çok güzelsiniz leydim.” Barbar saflarından gürültülü bir kahkaha yükseldi. “Bütün ordunun kraliçesi olacaksınız.” Yakışıklı barbar şefi, ellerini kalçasına koymuş, yüzünde bir sırıtışla önünde diz çöktürülmüş bembeyaz elbiseli bir kadına bakıyordu. Barbar şefi arkasına dönerek bir müddet yerde kalmayı becerebilen, kana bulanmış karlara çizmesini batırdı ve düşündü, sonra tekrar kadına döndü. “Bu onuru ilk bana bahşeder miydiniz acaba?” Kadın zorluydu, barbar şefine lanetler yağdırarak küfretti ve adam suratına okkalı bir tokat savurana dek durmadı. “Kahrolası, sen kasaba reisinden olmasın, yoksa her kadınla aynı şeye sahipsin. Ama sen benim olduğunda,” tekrar gülümsüyordu, “Karianin de bizim olacak.”
Genç adamın gözleri yuvalarından fırladı. Bu kadarı da fazlaydı. Bu vahşiler, onların topraklarına mı göz dikiyorlardı? “Yeminini hatırla, yeminini hatırla oğlum.” Diyarım kanımla yükselir. Diyarım kanımla yükselir. Evet, hala hatırlıyordu. Barbar safları birden kral, kraliçe ve prenses aleyhine müstehcen şarkılar söylemeye başladılar. Sonra yakılmamış büyük bir evden çıkan iki barbar, yanlarında daha fazla kadınla meydanın ortasına doğru yürüdüler ve alevler onların yüzlerini aydınlattı. Her biri güzel, her biri taze kızlardı ve bu kahrolası heriflerin eline düşmüşlerdi. Meydanda yere serilmiş taşra muhafızlarının cesetleri de vardı.
“Çok güzelsiniz leydim,” dedi adam yeniden. Bu barbar hastanın tekiydi, bir leydiyle yatmak mı istiyordu, bir türlü anlayamamıştı. Güçlü kollarıyla sardığı kadın çığlıklar atıyor, fakat adam durmuyordu. Neredeyse nazik hareketlerle kadının elbisesini yırtmaya başladı. Bu kadarı fazlaydı, hele onun gibi birisi için çok fazla. Tanrılara yakararak kükredi, bütün hızıyla yerinden fırladı ve kılıcıyla içgüdüsel bir şekilde ona doğru koşturan bir barbarın suratını parçaladı. Kanla sulanmış kılıcına alevler yansıyordu. Saf bir köylü çocuğu olan Svobod, komutanının yanındaki yerini hemen aldı ve kılıcıyla birinin karnını yararak bağırsaklarını dışarı çıkardı. Hepsinin yürekleri öfkeyle kararmıştı ve bilinçlerini kaybetmiş gibi haykırarak saldırıyorlardı. Harelk, adamları çalıların arkasından ok yağmuruna tutmuştu, fakat evlerden çıkan diğerleri de onlara saldırdı. Şövalye bir jilet kadar keskin kılıcını bir şişleme hamlesi ile savurarak bir başka barbarı daha cehenneme gönderdi ve büyük bir açlıkla şeflerini arandı. Adam kılıcıyla askerlerine ölüm saçıyordu. Hepsi birbirlerine girmiş, cesetlerin üzerinde, kan gölcüklerinde, çamurların arasında dövüşüyorlardı. Şövalye, barbar saflarını en önündeki yakışıklı yüzü seçti ve bütün o ölümcül kavganın arasında ona doğru koşturdu. Önüne aniden çıkıveren bir barbarın boğazını küfürler savurarak keserken hızını alamayarak yere düştü. Şef gürültülerin geldiği yöne baktı, şövalyeyi fark ederek koşmaya başladı ve hemen tepesinde dikildi.
Sonra bir ıslık çaldı ve birkaç saniye sonra sağ tarafından gelen ışıklar kayboldu, yangınların yansıdığı adamın ablak yüzü, günün dehşetinden bile korkunçtu. Barbarlar saldırıyı başarıyla savuşturarak, ilk anda nereden geldiklerini anlamadıkları bu ölüm şövalyelerini durdurmuşlardı. Svobod, Lamquin, Tyodro ve kahrolası suratlarını seçemediği birkaçı daha kanlar içinde yerde yatıyorlardı. Genç şövalye üstünde dikilen adamların ikisini de lanetledi ve kahkahalarını duymazlıktan geldi.
Tutuşturulmuş odunlar, saman ve saz çatılı evlerin pencerelerinden içeriye atılıyor ve kolayca yanıyordu evler. Bulutları ve göğü dahi karartan dumanlara, alevlerin iştahla yuttuğu derme çatma evlere baktı. Her tarafa yayılan kan, sidik ve yanmış et kokusunu uzun bir süre sonra tekrar duyuyordu. Köyün diğer ucundan buraya kadar koştuğu için nefes nefeseydi, fakat yanan göğsünü umursamadan kendini savaşına odaklamaya çabaladı. “Caranh!”
Kazanacağı zaferin verdiği hazla, genç şövalyenin bembeyaz suratına bakıp kıkırdayan barbar şefinin gülüşü birden soldu ve gözleri çakmak çakmak yanmaya başladı. “Caranh! Alçak, yağmacı, hırsız, katil! Karşıma çık seni ödlek!” Barbarların çoğu kana bulanmış ellerini pantolonlarına silerek zafer kazanmış bir ordu edasıyla komutanlarının yanına geliyorlardı, fakat bu hükmedici ses gecenin karanlığından yükselince tekrar ciddileşerek silahlarını kavradılar. Sonunda cesetlerin arasında, siyahlara bürünmüş bir şekil beliriverdi. Orada duruyordu işte, Karianin’in kahramanı Albay Nortras orada duruyordu.
Nortras yavaş ve kendinden emin adımlarla, hayretle ona bakan barbarlar ve kim olduğunu anlamaya çalışan Karianinlilerin ortasında durdu. Ağır kılıcını çekti ve sıkıca kavradı önce, sonra barbar saflarını alaycı bir edayla süzmeye başladı. “Caranh, dövüşmeyecek misin? Sana annenin bacak arasını yeniden sunacağım, korkma.” Adamlar kılıçlarını ve baltalarını onu parçalamak için kaldırdılar, fakat Caranh bağırarak onları durdurdu. “Durun!”
“Ah haydi ama, o soysuz poponu birazcık okşayacağım sadece.” Düşmanının gururunu kullanmak istiyor ve bu haltın onlarca barbara karşı işe yaraması için tanrılara içten içe dua ediyordu, yoksa işi bitikti. Derin bir nefes aldı ve nefesini ağzından saldığında beyaz dumanlar dışarıya çıktı, kılıcının sapını iyice kavradı. Gözlerini bir anlığına yumdu, ölümden korkmuyordu. Hiçbir şeyden korkmuyor, korkunun ne olduğunu uzun zamandır hayal bile edemiyordu. Rahatlamıştı. “Ben Björrsin Evi’nden, kralın hizmetkarı Nortras Björrsin, size krallığımın onuruna saldırdığınız için meydan okuyorum.” Bunu alayla değil, bir turnuvada dengi bir rakibe meydan okuyan kibar bir şövalye gibi söylemişti.
Monsir ifadesiz bakışlarını yerde titreyen oğlandan şefine çevirdi; Caranh ise bu bakışlardaki manayı hemen kavrayarak başını sallamakla yetindi. Nortras hareketsiz bekledi; devasa barbar ise koşuyordu, boğazını yırtarcasına küfrediyor ve koşuyordu.
Elindeki baltanın ağırlığı onu etkilemiyordu, saatlerdir balta sallamaktan yanan kasları da onu etkilemiyordu, çıldırmış bir adam gibi koşuyordu. Nortras’a gittikçe yaklaşıyordu ve yaklaştıkça çift ağızlı savaş baltasını iki eliyle sımsıkı kavrıyordu. Kendi yarattığı rüzgarda uçuşan sarı saçları, kendine güvenini hat safhaya çıkarıyordu. Yeraltında yaşayan ölümün tanrılarını arzuyla çağırdı ve bütün gücüyle başının üstünde kaldırarak indirdi baltasını. Balta, Monsir’in inanılmaz kuvvetiyle Nortras’a indi, ama turnuvalar şampiyonu Nortras da kolay bir rakip değildi. Kulaklarındaki kan uğuldamaya başladı, saniyeden daha az bir süre içerisinde hamleyi savuşturup yanıtlaması gerekiyordu. Ağır kılıcıyla darbeyi karşıladı ama Monsir’in kuvveti ile baltanın ağırlığı altında ezilir gibi oldu. “Geç kaldın kahrolası.”
Bir süre birbirlerini iterek güçlerini göstermeye çalıştılar, sonra Nortras yana sıçradı ve hantal barbar sendeleyerek ayakta durmaya çabaladı. Nortras yere inerken kılıcını kaldırarak savaş tanrılarına seslendi. “Şimdi! ŞİMDİ!”
Kılıcını öyle bir hızla Monsir’in kafasına indirmişti ki, devasa barbarın beynindeki sıvılar, saniyeler sonra toprağa karışıyordu. Suratına doğru esen habis kokulu, ılık bir rüzgar, onu kendine getirdi. Kanlar damlayan kılıcına ordusuyla gurur duyan bir kumandanın edasıyla baktı. Barbarlar yıkılmıştı, onurları, şansları, kuvvetleri Monsir ölmüştü. Caranh olduğu yerde donakalmış, Nortras’a bakıyordu. Ölüp ölmeme konusunu bir kez daha göz ardı ederek barbar şefinin karşısında durdu. Fakat “Sen,” diye söze başlarken korkudan kalbinin göğsünden fırlayacağını zannediyordu, “beni iyi dinle. Karianin’i sahipsiz sanacak kadar budala olmana bir şey diyemem, ama masum insanları öldürecek kadar zalim ve onursuzsun Caranh.” Kılıcını, titremesini saklamayı deneyerek kaldırdı ve içinde kalan son cesaret kırıntısıyla haykırdı. “BEN KARIANİNLI NORTRAS BJÖRRSİN! KALBİMİN HER ATIŞI BU ÜLKE İÇİN, BU TOPRAKLAR İÇİN, BU İNSANLAR İÇİN!” Kılıcını barbarın göğsüne sapladığında yükselen boruların ve yeri sarsan toynakların sesini işiterek tanrılara şükretti ve kılıcını nezaketle adamın göğsünden çekti. “Sen, zavallı, hak ettiğin cezayı aldın.”