Zamanında ASOIAF'tan esinlenerek yazmaya başladığım bir şey...
Orman, günün bu saatlerinde son nefesini vermek üzere olan bir ihtiyar gibi çırpınıyordu. Dolunayın gölgesinde hüzünlü kuşlar sık yapraklı ağaçların dallarına tünemiş, son şarkılarını söylüyordu. Neşeli ezgilerden mahrum ağaçlar yarı ölü kanatlıları isteksizce barındırıyordu. Sararmış yaprakların ardında çaresizce güneşli günlerin tatlı ezgilerini mırıldanıyordu rüzgar. Gecenin ölümcül sessizliğiyle çaldığı güneşin ardından orman acı acı karalara bürünüyordu.
Ah, ne zaman boğazında düğümlense kelimeler, yüreğinde soğuk bir elin sızısını hissetse koşup geldiği cıvıl cıvıl orman kara kara gülüyordu şimdi ona. Ne zamandan beri düşmanıydı şen zamanların tanığı ağaçlar? Uzun uzun ciğerlerine doldurdu havayı. Siyah deri eldivenlerini kısrağının eyerine sıkıştırdı. Güzel kısrak, yüreğinin sıcaklığını hissetmeliydi. En azından bu kadarını hak ediyor diye düşündü kısrağın kabuk bağlamış yaralarında gezdirirken elini. Hava soğumaya başlamıştı. Ateş kızılı bukleleri kadife pelerinin başlığından alnına dökülüyordu. Hayır, ateşin öfkeli kızılı dahi ısıtmaya yetmiyordu şimdi onu. İliklerine kadar titriyordu ve nedeni soğuk değildi. Pelerinin başlığını hafifçe indirdi. O kadar yavaş hareket ediyordu ki başının üzerindeki ürkek kuşların bile varlığından haberdar olması imkansızdı.
Yıldızlar…Bugünkü gece konseyinde dolunaya eşlik eden tek bir dostu yoktu. Belki de yanılıyordu. Yıldızlar geceleri ufaklıklara tatlı tatlı gülümseyen masal perileriydi oysaki…Ne zaman bir yürek sönse, gecenin kollarına bırakan kendilerini, bu pericikler değil miydi? Oysa dolunay… Ah, hangi ufaklığın masal kahramanıydı? Belli belirsiz gülümsedi. Bu gece, her zamankinden daha fazla aptaldı ama bu iyi hissettiriyordu. İlk ve son kez… diye mırıldandı. Orman soğuk, karanlık ve derindi. Rüzgarla gelen bu gerçek ona eve dönmesi gerektiğini fısıldadığında çok geçti.
Önce bir at kişnemesi duydu. Sakin olmaya çalışarak atını bir ağacın ardına sürdü. Tanrılar! Ağaçlar birbirlerine sıkı sıkı sarılmış olmalarına rağmen çok inceydiler. Kalbi deli gibi atıyordu ve şimdi ormanın derinliklerinde yumuşak ipek elbisesinin hışırtıları bile kulağını tırmalamaya yetiyordu. Hayır! Tanrılar, siz nereden çıktınız? Önce atlardan biri kişnedi, sonra öteki,beriki… Kaç kişiydiler? Ve en önemlisi kimdiler? Hayır tatlım, hayır lütfen diye mırıldandı doru kısrağına.Onu ele vermemesi için bildiği tüm tanrılara yalvarırken hafif hafif yelelerini okşuyordu atının. Bu sessizlik onu boğuyordu, nefes almalıydı. Dudaklarını hafifçe birbirinden ayırdığında ciğerlerine dolan hava değil, korkuydu.
‘Bakın burada ufak bir dostumuz varmış.’ diye mırıldandı atlılardan biri. Adamın, sadece mırıldandığına yemin edebilirdi ama sesi o kadar gür ve zalimdi ki bütün ormanda yankılandı. Tam tepesinde bir boz baykuş çığlıklar atarak kanatlandı ve genç kısrağı şaha kalktı. Diğer atlılardan yükselen kahkahalar bu gece ona bir gerçeği daha sunmuştu. Gerçek kulaklarını deli gibi tırmalarken geriye yapacak bir tek şey kalmıştı: kaçmak… Atını titrek elleriyle mahmuzlarken dalgalanan buklelerini beceriksizce savuşturmaya çalışıyordu. Kaç,kaç,kaç… Atı, karanlığın derinlerine doğru hızla koşarken bir nebze olsun güvende hissediyordu. Ona güvenmekten başka çaresi kalmamıştı. Titreyen elini pelerinin altındaki deri kına götürdü, hayır kaç… Atlılar beş kişiydi, en azından o bu kadarını sayabilmişti. Havada uçuşan küfürler rüzgarın şiddetini artırırken gözlerini kapatmış ve güzel kısrağına teslim etmişti kendini. Atlılardan en irisi atını ona doğru sürüyordu, diğerlerinden daha hızlı…Yarı çıplak adamın yaşlı siyah atıyla henüz olgunlaşmış kısrağı yan yana geldiklerinde adamın ölüm kokan nefesini hissedebiliyordu. Son bir kez… Lütfen… Atını mahmuzladı ve öne doğru eğildi. Atlının beceriksiz hamlelerle sağa sola savurduğu gümüş palası bile kalbinin deli gibi atmasına yetiyordu. Bu gece olmaz, hayır hiçbir gece olmaz. Sonunda lanet ormanın neresinden fırladığını anlayamadığı ufak tefek bir atlı önünü kesti. Atı kişneyerek durdu. Şimdi, bir toz tumanı, etrafında kahkahayla dans ediyordu. Ölüm sessizliği… Atlılar ter ve kan kokuyordu. Ufak tefek atlının deri yeleğindeki kuru kan dolunayın altında sinsi sinsi parlıyordu. Elini pelerinin altında tatlı tatlı uyuyan kılıcına götürdüğünde alev aldı bedeni. Hangi cehennemin ücrasında tatlı bir mırıltıyla uyuyordu şeytan? Ah, hayır, sadece kaç…
‘Anlamıyorum.’ diye fısıldadı ses tonuna aceleyle bir tutam masumiyet serpmeye çalışarak. Ufak tefek atlının bir gözünün yerinde yeller estiğini o an fark etti. Adam konuşmak için dudaklarını araladığında uçsuz bucaksız bir uçurumu seyrediyordu sanki. Dişsiz ve gözsüz atlı fısıldadı.
‘Anlıyorsun.’
Devamı gelecektir,Yorumlarınızı esirgemeyin..
Orman, günün bu saatlerinde son nefesini vermek üzere olan bir ihtiyar gibi çırpınıyordu. Dolunayın gölgesinde hüzünlü kuşlar sık yapraklı ağaçların dallarına tünemiş, son şarkılarını söylüyordu. Neşeli ezgilerden mahrum ağaçlar yarı ölü kanatlıları isteksizce barındırıyordu. Sararmış yaprakların ardında çaresizce güneşli günlerin tatlı ezgilerini mırıldanıyordu rüzgar. Gecenin ölümcül sessizliğiyle çaldığı güneşin ardından orman acı acı karalara bürünüyordu.
Ah, ne zaman boğazında düğümlense kelimeler, yüreğinde soğuk bir elin sızısını hissetse koşup geldiği cıvıl cıvıl orman kara kara gülüyordu şimdi ona. Ne zamandan beri düşmanıydı şen zamanların tanığı ağaçlar? Uzun uzun ciğerlerine doldurdu havayı. Siyah deri eldivenlerini kısrağının eyerine sıkıştırdı. Güzel kısrak, yüreğinin sıcaklığını hissetmeliydi. En azından bu kadarını hak ediyor diye düşündü kısrağın kabuk bağlamış yaralarında gezdirirken elini. Hava soğumaya başlamıştı. Ateş kızılı bukleleri kadife pelerinin başlığından alnına dökülüyordu. Hayır, ateşin öfkeli kızılı dahi ısıtmaya yetmiyordu şimdi onu. İliklerine kadar titriyordu ve nedeni soğuk değildi. Pelerinin başlığını hafifçe indirdi. O kadar yavaş hareket ediyordu ki başının üzerindeki ürkek kuşların bile varlığından haberdar olması imkansızdı.
Yıldızlar…Bugünkü gece konseyinde dolunaya eşlik eden tek bir dostu yoktu. Belki de yanılıyordu. Yıldızlar geceleri ufaklıklara tatlı tatlı gülümseyen masal perileriydi oysaki…Ne zaman bir yürek sönse, gecenin kollarına bırakan kendilerini, bu pericikler değil miydi? Oysa dolunay… Ah, hangi ufaklığın masal kahramanıydı? Belli belirsiz gülümsedi. Bu gece, her zamankinden daha fazla aptaldı ama bu iyi hissettiriyordu. İlk ve son kez… diye mırıldandı. Orman soğuk, karanlık ve derindi. Rüzgarla gelen bu gerçek ona eve dönmesi gerektiğini fısıldadığında çok geçti.
Önce bir at kişnemesi duydu. Sakin olmaya çalışarak atını bir ağacın ardına sürdü. Tanrılar! Ağaçlar birbirlerine sıkı sıkı sarılmış olmalarına rağmen çok inceydiler. Kalbi deli gibi atıyordu ve şimdi ormanın derinliklerinde yumuşak ipek elbisesinin hışırtıları bile kulağını tırmalamaya yetiyordu. Hayır! Tanrılar, siz nereden çıktınız? Önce atlardan biri kişnedi, sonra öteki,beriki… Kaç kişiydiler? Ve en önemlisi kimdiler? Hayır tatlım, hayır lütfen diye mırıldandı doru kısrağına.Onu ele vermemesi için bildiği tüm tanrılara yalvarırken hafif hafif yelelerini okşuyordu atının. Bu sessizlik onu boğuyordu, nefes almalıydı. Dudaklarını hafifçe birbirinden ayırdığında ciğerlerine dolan hava değil, korkuydu.
‘Bakın burada ufak bir dostumuz varmış.’ diye mırıldandı atlılardan biri. Adamın, sadece mırıldandığına yemin edebilirdi ama sesi o kadar gür ve zalimdi ki bütün ormanda yankılandı. Tam tepesinde bir boz baykuş çığlıklar atarak kanatlandı ve genç kısrağı şaha kalktı. Diğer atlılardan yükselen kahkahalar bu gece ona bir gerçeği daha sunmuştu. Gerçek kulaklarını deli gibi tırmalarken geriye yapacak bir tek şey kalmıştı: kaçmak… Atını titrek elleriyle mahmuzlarken dalgalanan buklelerini beceriksizce savuşturmaya çalışıyordu. Kaç,kaç,kaç… Atı, karanlığın derinlerine doğru hızla koşarken bir nebze olsun güvende hissediyordu. Ona güvenmekten başka çaresi kalmamıştı. Titreyen elini pelerinin altındaki deri kına götürdü, hayır kaç… Atlılar beş kişiydi, en azından o bu kadarını sayabilmişti. Havada uçuşan küfürler rüzgarın şiddetini artırırken gözlerini kapatmış ve güzel kısrağına teslim etmişti kendini. Atlılardan en irisi atını ona doğru sürüyordu, diğerlerinden daha hızlı…Yarı çıplak adamın yaşlı siyah atıyla henüz olgunlaşmış kısrağı yan yana geldiklerinde adamın ölüm kokan nefesini hissedebiliyordu. Son bir kez… Lütfen… Atını mahmuzladı ve öne doğru eğildi. Atlının beceriksiz hamlelerle sağa sola savurduğu gümüş palası bile kalbinin deli gibi atmasına yetiyordu. Bu gece olmaz, hayır hiçbir gece olmaz. Sonunda lanet ormanın neresinden fırladığını anlayamadığı ufak tefek bir atlı önünü kesti. Atı kişneyerek durdu. Şimdi, bir toz tumanı, etrafında kahkahayla dans ediyordu. Ölüm sessizliği… Atlılar ter ve kan kokuyordu. Ufak tefek atlının deri yeleğindeki kuru kan dolunayın altında sinsi sinsi parlıyordu. Elini pelerinin altında tatlı tatlı uyuyan kılıcına götürdüğünde alev aldı bedeni. Hangi cehennemin ücrasında tatlı bir mırıltıyla uyuyordu şeytan? Ah, hayır, sadece kaç…
‘Anlamıyorum.’ diye fısıldadı ses tonuna aceleyle bir tutam masumiyet serpmeye çalışarak. Ufak tefek atlının bir gözünün yerinde yeller estiğini o an fark etti. Adam konuşmak için dudaklarını araladığında uçsuz bucaksız bir uçurumu seyrediyordu sanki. Dişsiz ve gözsüz atlı fısıldadı.
‘Anlıyorsun.’
Devamı gelecektir,Yorumlarınızı esirgemeyin..