Üstünde pek fazla düşünmemiştim ve bunu yazmamın ardından bir seneden fazla zaman geçtiği için kötü olduğunu ben de fark ettim. Burada paylaşmamın sebebi ise okul dergisinin geçen sene iptal olması ve emeğimin boşa gitmesini istememem. Belki Buz ve Ateşin Şarkısı serisine yeni başlayacak arkadaşlar için yararlı olabilir. Tabii sizin değerlendirmenize kalmış. Her türlü eleştiriye açıktır. Okuyan herkese şimdiden teşekkürler.
Okumaya başlamadan önce hiçbir “Kış geliyor.” şakasını ya da “Snow” soyadıyla alakalı olan bel altı şakaları anlamazdım. Şimdi ise bu seriye gereğinden fazla adapte olduğum için benim yaptığım şakalar anlaşılmıyor.
Birkaç ay önce, epik fantastik merakım Battle for Middle Earth ile büyürken, Amerika’nın Tolkien’inin şu dünyada ses getirmiş olan büyük serisine başlamak istedim. Tolkien’in kendisini de okuyabilirdim ama Orta Dünya’yı yeteri kadar biliyordum ve yeni şeyler arıyordum. George Martin’i isminden önce lakabı ile duydum ve günümüzde gerçekten Tolkien gibi epik fantastiği tam anlamıyla yansıtan bir yazar olup olmadığını merak ettim.
Taht Oyunları’na başladığımda tamamen bir Westeros cahiliydim, hiç ön bilgim yoktu ve kitap sıkıcı gelmişti. POV karakterlerin fazlalığı ve kitabın büyüklüğü gözümü korkutmaya yetmişti zaten. “Becerememiş” diyip kitabı kenara atabilirdim ama ben Westeros’un tarihini öğrenmeyi seçtim. Yurt ortamında Buz ve Ateşin Şarkısı serisine ilgili olan tek kişi ben değildim ve bu işimi gördü. Seride geçmiş parça parça verilmişti ama ben bunu okuyan bir ağızdan tam bir parça olarak aldım.
Tabii yurt ortamında olduğum için bazı spoilerlar da aldım… En kötüsü de oydu. Daha karakterleri tam olarak tanımadan kime ne olacağını öğrendim. Normalde spoilerını aldığım bir kitabı okumaz ya da filmi izlemezdim ama Westeros ve Essos dünyası merakımı tetiklemişti ve spoilerların üstünü kapatabilecek tek etmen “Nasıl” sorusuydu.
Tekrar okumaya günde yüz sayfa ile başladım. Kitaba verdiğim bu yoğun ilgi beni yavaş yavaş gerçek dünyadan uzaklaştırıyordu ama bunu sağlayan Martin’in üslubu değildi, yarattığı fantastik dünyaydı.
Evet, Chuck Palahniuk’tan sonra Martin’in üslubu beni tatmin etmemişti. Her biri biner sayfadan oluşmuş bir seride betimlemeler uzun ve gereksiz tutulmuştu. POV karakterler olayları birincil ağızdan anlatmıyordu ve beşten fazla POV karakter ve hepsinin birbirinden hemen hemen bağımsız düşünceleri ve hayatları vardı. Serideki kitapları bu kadar uzun yapan etmenlerden biriydi bu.
Taht Oyunları fantastik dünyanın daha çok siyasi yönünü ele almıştı ve bu bir epik fantastik seriye başlangıç olması gereken bir unsurdu. Krallıktaki otorite ve hanedanlıkların ideolojileri serinin devamını oluşturacak ve seriyi anlaşılabilir hale getirecek etmenlerdendi. Taht Oyunları’nda da bu uyum sağlandı. Zorlanılacak tek sorun ise çok ama çok fazla karakter olmasıydı. Kimin kim olduğunu anlayabilmek için kitabın arka sayfasındaki kişi haritasına az bakmadım. Bir isimden birkaç tane olabiliyordu ama yine de Martin bunu Rus edebiyatındaki kadar abartmamıştı. İsimlerden olabildiğince çok söz etmiş ve karakterlerin ayırt edici çoğu özelliğini ortaya çıkarıp akılda kalmasını sağlamıştı. Ama sinirime dokunan tek şey Martin’in yaptığı isim özentiliğiydi. Edward’ı Eddard yapması ya da John’u Jon yapması Martin gibi özgün bir epik fantastik eseri yazarına yakışmıyordu açıkçası. Tamam, Yüzüklerin Efendisi’nde de “Sam” gibi bazı istisnalar vardı ama Martin bu istisnaları abartmıştı. Hem Orta Dünya’dan özgün isimler konusunda ders alması gerekirdi.
Taht Oyunları’nı bitirdikten sonra hiç vakit kaybetmeden serinin ikinci kitabını, Kralların Çarpışması’nı aldım. İkinci kitaba başlamadan önce Amerika’da “Game of Thrones” adıyla yayımlanan ve ilk sezonu serinin ilk kitabıyla alakalı olan diziye başladım. Ne yalan söyleyeyim, karakterler hiç düşündüğüm gibi değildi. Eddard’ı biraz nostajik yapmışlardı bana göre ve yaşlıydı. Kitapta geçen çocukların yaşı on üç, on dörtken dizide bu farklılık gösterdi ve o çocuklar yerine sakallı adamları oynattılar. İlk sezonu bir günde bitirdim. Biraz tuhaf hissettim açıkçası, bir haftada bitirdiğim kitabı bir günde görsel yolla gözlemlemek kafamı karıştırmıştı. Zaten kitaba göre dizide olmaması gereken kurgular da beni hayal kırıklığına uğratmıştı.
İlk sezonu bitirdikten hemen sonra ikinci sezonun fragmanını izledim. Bu beni ikinci kitap için heyecanlandırdı. Fragmanı izledikten sonra kitabı hemen elime aldım ve okumaya başladım. Kendimi Westeros’un yeni bir çağını okuyor gibi hissediyordum.
Kralların Çarpışması, adından da belli olduğu üzere savaşlar üzerine kurulmuştu ve ilk kitapta onlarca kez ismini duyduğumuz meşhur soylu kahramanlar da hikâyeye dâhil olmuştu. İkinci kitapta beni ilk etkileyen şey kurgusal teolojiydi. Dinlere de ağırlık verilmişti ve Martin’in kurguladığı dinler ile günümüzdeki dinler arasında açık bir fark vardı. Ama eskimiş, mitolojik dinler hakkında aynı şeyi söyleyemezdim. Martin biraz oradaki mitolojiden, biraz buradaki mitolojiden alarak kurguladığı dinlere ikinci kitapta ağırlık basmıştı. Günümüzle birkaç benzer yönü de vardı tabi, bazı dinlerde kutsal ya da lanetli kabul edilen yedi ve on üç gibi sayılar Westeros’ta da otoritesini gösteriyordu.
İlk kitaptaki kadar fazla olmasa da pek çok yeni küçük karakterler de dahil olmuştu Yedi Krallık’taki siyasi ve teolojik olaylara. POV karakterlerden bazılarının serideki rol dizilimi değişkenlik gösterirken bizi diğer karakterler ve çevrelerle tanıştıracak olan yeni POV karakterler de gelmişti. Amerika’nın Tolkien’i ikinci kitapta POV karakterlerin düşüncelerine daha fazla öncelik vermişti ve üslubunu geliştirmişti. Az da olsa bu kitapta okuru sıkmamaya özen gösterdiği belli oluyordu. İkinci kitabı bire göre biraz daha yavaş okumuştum. Serinin Türkiye’de daha dört kitabı çıkmıştı ve ben bu fantastik dünyadan hemen ayrılmak istemiyordum.
Kralların Çarpışması’nı bitirip, büyük bir heyecanla Game of Thrones’un ikinci sezonunu bir günde bitirdim. Tam bir hayal kırıklığı… o kadar merak üzerine tam bir hayal kırıklığıydı. Kitaptaki birçok şey değiştirilmişti ve kitapta sadece haberi alınan karakterlerin faaliyetleri dizide görsel olarak kurgularla süslenmişti. Olay örgüsünü kısa kesmeye çalışmışlardı ama başarılı olamamışlardı. Olay örgüsünü değiştirmeleri aklımın karışmasına sebep olmuştu.
Kılıçların Fırtınası’nı okumaya başladığımda karıştırdığım olay örgüsünü düzeltmek zor olmadı. Üçüncü kitapta, kan davaları ve intikamlar yoğunluktaydı. Kralların çarpışmasından zararda çıkmış çoğu karakter daha hırslı çıkmıştı ortaya. Bu kitapta diğer kitaplarda olduğu gibi giriş bölümü (prolog) vardı ama aynı zamanda kitabı güzel bir son (epilog) ile kapatmıştı Martin. POV karakterler değişmişti ve kötü sanılan karakterler POV’daki rol diziliminde üstünlük sağlamıştı. Bu, kötü sanılan karakterlerin fikirlerinin ayrıntılarıyla bilinmesine yarar sağlamıştı.
Kılıçların Fırtınası’nın sonunda diğer kitaplarda hiç olmamış bir bölüm vardı, “Son”. Belli ki Martin kitabı bir üçleme olarak düşünmüştü ama üçüncü kitabı yazdıktan beş yıl sonra akıllarda bıraktığı soru işaretlerinin farkına varmış ve dördüncü kitabı çıkarmıştı.
Kargaların Ziyafeti’yle pek aşina olduğum söylenemez. Üçüncü kitabı bitirmem yazılı haftasına denk geldiği için sadece birkaç bölüm okuyabildim ama yurttaki Buz ve Ateşin Şarkısı fanlarından birçok önbilgi ve spoiler aldım. Dördüncü kitapta, serinin her kitabında POV karakter ve gündemde olan iki kahraman POV olarak yer almıyordu. Ama George Martin kitabın sonuna bunun sebebi hakkında mantıklı bir açıklama koymuştu. Bu da beş yıl içinde epik fantastik seri yazma konusunda gelişmiş olduğunun göstergelerinden biriydi.
Genel olarak Buz ve Ateşin Şarkısı, tipik Orta Dünya hikayelerinden sıkılan ve yeni şeyler arayanlar için gerekli bir seri. Bu seriyle Martin lakabının hakkını vermiş ve adını tarihe yazdırmayı başarmış. Üslup yönünden pek zengin olmasa da POV karakterlerin kullanımı ve kurgulanan fantastik etmenleri ile Buz ve Ateşin Şarkısı gündemdeki çoğu fantastik seriye göre daha doyurucu geliyor.
Amerika’nın Tolkien’inin bu seriyle çığır açtığını düşünen fanlar ve yazarlar bu konuda sonuna kadar haklı. Ama Orta Dünya ile Westeros arasında bir karşılaştırma yapılabilir mi, sanmıyorum. Ne de olsa arada altmış yıl kadar fark var ve Tolkien başlattığı akımın öncüsü. Tolkien masayı icat eden bir marangozken, Martin bunu geliştiren bir tasarımcıdır.
Okumaya başlamadan önce hiçbir “Kış geliyor.” şakasını ya da “Snow” soyadıyla alakalı olan bel altı şakaları anlamazdım. Şimdi ise bu seriye gereğinden fazla adapte olduğum için benim yaptığım şakalar anlaşılmıyor.
Birkaç ay önce, epik fantastik merakım Battle for Middle Earth ile büyürken, Amerika’nın Tolkien’inin şu dünyada ses getirmiş olan büyük serisine başlamak istedim. Tolkien’in kendisini de okuyabilirdim ama Orta Dünya’yı yeteri kadar biliyordum ve yeni şeyler arıyordum. George Martin’i isminden önce lakabı ile duydum ve günümüzde gerçekten Tolkien gibi epik fantastiği tam anlamıyla yansıtan bir yazar olup olmadığını merak ettim.
Taht Oyunları’na başladığımda tamamen bir Westeros cahiliydim, hiç ön bilgim yoktu ve kitap sıkıcı gelmişti. POV karakterlerin fazlalığı ve kitabın büyüklüğü gözümü korkutmaya yetmişti zaten. “Becerememiş” diyip kitabı kenara atabilirdim ama ben Westeros’un tarihini öğrenmeyi seçtim. Yurt ortamında Buz ve Ateşin Şarkısı serisine ilgili olan tek kişi ben değildim ve bu işimi gördü. Seride geçmiş parça parça verilmişti ama ben bunu okuyan bir ağızdan tam bir parça olarak aldım.
Tabii yurt ortamında olduğum için bazı spoilerlar da aldım… En kötüsü de oydu. Daha karakterleri tam olarak tanımadan kime ne olacağını öğrendim. Normalde spoilerını aldığım bir kitabı okumaz ya da filmi izlemezdim ama Westeros ve Essos dünyası merakımı tetiklemişti ve spoilerların üstünü kapatabilecek tek etmen “Nasıl” sorusuydu.
Tekrar okumaya günde yüz sayfa ile başladım. Kitaba verdiğim bu yoğun ilgi beni yavaş yavaş gerçek dünyadan uzaklaştırıyordu ama bunu sağlayan Martin’in üslubu değildi, yarattığı fantastik dünyaydı.
Evet, Chuck Palahniuk’tan sonra Martin’in üslubu beni tatmin etmemişti. Her biri biner sayfadan oluşmuş bir seride betimlemeler uzun ve gereksiz tutulmuştu. POV karakterler olayları birincil ağızdan anlatmıyordu ve beşten fazla POV karakter ve hepsinin birbirinden hemen hemen bağımsız düşünceleri ve hayatları vardı. Serideki kitapları bu kadar uzun yapan etmenlerden biriydi bu.
Taht Oyunları fantastik dünyanın daha çok siyasi yönünü ele almıştı ve bu bir epik fantastik seriye başlangıç olması gereken bir unsurdu. Krallıktaki otorite ve hanedanlıkların ideolojileri serinin devamını oluşturacak ve seriyi anlaşılabilir hale getirecek etmenlerdendi. Taht Oyunları’nda da bu uyum sağlandı. Zorlanılacak tek sorun ise çok ama çok fazla karakter olmasıydı. Kimin kim olduğunu anlayabilmek için kitabın arka sayfasındaki kişi haritasına az bakmadım. Bir isimden birkaç tane olabiliyordu ama yine de Martin bunu Rus edebiyatındaki kadar abartmamıştı. İsimlerden olabildiğince çok söz etmiş ve karakterlerin ayırt edici çoğu özelliğini ortaya çıkarıp akılda kalmasını sağlamıştı. Ama sinirime dokunan tek şey Martin’in yaptığı isim özentiliğiydi. Edward’ı Eddard yapması ya da John’u Jon yapması Martin gibi özgün bir epik fantastik eseri yazarına yakışmıyordu açıkçası. Tamam, Yüzüklerin Efendisi’nde de “Sam” gibi bazı istisnalar vardı ama Martin bu istisnaları abartmıştı. Hem Orta Dünya’dan özgün isimler konusunda ders alması gerekirdi.
Taht Oyunları’nı bitirdikten sonra hiç vakit kaybetmeden serinin ikinci kitabını, Kralların Çarpışması’nı aldım. İkinci kitaba başlamadan önce Amerika’da “Game of Thrones” adıyla yayımlanan ve ilk sezonu serinin ilk kitabıyla alakalı olan diziye başladım. Ne yalan söyleyeyim, karakterler hiç düşündüğüm gibi değildi. Eddard’ı biraz nostajik yapmışlardı bana göre ve yaşlıydı. Kitapta geçen çocukların yaşı on üç, on dörtken dizide bu farklılık gösterdi ve o çocuklar yerine sakallı adamları oynattılar. İlk sezonu bir günde bitirdim. Biraz tuhaf hissettim açıkçası, bir haftada bitirdiğim kitabı bir günde görsel yolla gözlemlemek kafamı karıştırmıştı. Zaten kitaba göre dizide olmaması gereken kurgular da beni hayal kırıklığına uğratmıştı.
İlk sezonu bitirdikten hemen sonra ikinci sezonun fragmanını izledim. Bu beni ikinci kitap için heyecanlandırdı. Fragmanı izledikten sonra kitabı hemen elime aldım ve okumaya başladım. Kendimi Westeros’un yeni bir çağını okuyor gibi hissediyordum.
Kralların Çarpışması, adından da belli olduğu üzere savaşlar üzerine kurulmuştu ve ilk kitapta onlarca kez ismini duyduğumuz meşhur soylu kahramanlar da hikâyeye dâhil olmuştu. İkinci kitapta beni ilk etkileyen şey kurgusal teolojiydi. Dinlere de ağırlık verilmişti ve Martin’in kurguladığı dinler ile günümüzdeki dinler arasında açık bir fark vardı. Ama eskimiş, mitolojik dinler hakkında aynı şeyi söyleyemezdim. Martin biraz oradaki mitolojiden, biraz buradaki mitolojiden alarak kurguladığı dinlere ikinci kitapta ağırlık basmıştı. Günümüzle birkaç benzer yönü de vardı tabi, bazı dinlerde kutsal ya da lanetli kabul edilen yedi ve on üç gibi sayılar Westeros’ta da otoritesini gösteriyordu.
İlk kitaptaki kadar fazla olmasa da pek çok yeni küçük karakterler de dahil olmuştu Yedi Krallık’taki siyasi ve teolojik olaylara. POV karakterlerden bazılarının serideki rol dizilimi değişkenlik gösterirken bizi diğer karakterler ve çevrelerle tanıştıracak olan yeni POV karakterler de gelmişti. Amerika’nın Tolkien’i ikinci kitapta POV karakterlerin düşüncelerine daha fazla öncelik vermişti ve üslubunu geliştirmişti. Az da olsa bu kitapta okuru sıkmamaya özen gösterdiği belli oluyordu. İkinci kitabı bire göre biraz daha yavaş okumuştum. Serinin Türkiye’de daha dört kitabı çıkmıştı ve ben bu fantastik dünyadan hemen ayrılmak istemiyordum.
Kralların Çarpışması’nı bitirip, büyük bir heyecanla Game of Thrones’un ikinci sezonunu bir günde bitirdim. Tam bir hayal kırıklığı… o kadar merak üzerine tam bir hayal kırıklığıydı. Kitaptaki birçok şey değiştirilmişti ve kitapta sadece haberi alınan karakterlerin faaliyetleri dizide görsel olarak kurgularla süslenmişti. Olay örgüsünü kısa kesmeye çalışmışlardı ama başarılı olamamışlardı. Olay örgüsünü değiştirmeleri aklımın karışmasına sebep olmuştu.
Kılıçların Fırtınası’nı okumaya başladığımda karıştırdığım olay örgüsünü düzeltmek zor olmadı. Üçüncü kitapta, kan davaları ve intikamlar yoğunluktaydı. Kralların çarpışmasından zararda çıkmış çoğu karakter daha hırslı çıkmıştı ortaya. Bu kitapta diğer kitaplarda olduğu gibi giriş bölümü (prolog) vardı ama aynı zamanda kitabı güzel bir son (epilog) ile kapatmıştı Martin. POV karakterler değişmişti ve kötü sanılan karakterler POV’daki rol diziliminde üstünlük sağlamıştı. Bu, kötü sanılan karakterlerin fikirlerinin ayrıntılarıyla bilinmesine yarar sağlamıştı.
Kılıçların Fırtınası’nın sonunda diğer kitaplarda hiç olmamış bir bölüm vardı, “Son”. Belli ki Martin kitabı bir üçleme olarak düşünmüştü ama üçüncü kitabı yazdıktan beş yıl sonra akıllarda bıraktığı soru işaretlerinin farkına varmış ve dördüncü kitabı çıkarmıştı.
Kargaların Ziyafeti’yle pek aşina olduğum söylenemez. Üçüncü kitabı bitirmem yazılı haftasına denk geldiği için sadece birkaç bölüm okuyabildim ama yurttaki Buz ve Ateşin Şarkısı fanlarından birçok önbilgi ve spoiler aldım. Dördüncü kitapta, serinin her kitabında POV karakter ve gündemde olan iki kahraman POV olarak yer almıyordu. Ama George Martin kitabın sonuna bunun sebebi hakkında mantıklı bir açıklama koymuştu. Bu da beş yıl içinde epik fantastik seri yazma konusunda gelişmiş olduğunun göstergelerinden biriydi.
Genel olarak Buz ve Ateşin Şarkısı, tipik Orta Dünya hikayelerinden sıkılan ve yeni şeyler arayanlar için gerekli bir seri. Bu seriyle Martin lakabının hakkını vermiş ve adını tarihe yazdırmayı başarmış. Üslup yönünden pek zengin olmasa da POV karakterlerin kullanımı ve kurgulanan fantastik etmenleri ile Buz ve Ateşin Şarkısı gündemdeki çoğu fantastik seriye göre daha doyurucu geliyor.
Amerika’nın Tolkien’inin bu seriyle çığır açtığını düşünen fanlar ve yazarlar bu konuda sonuna kadar haklı. Ama Orta Dünya ile Westeros arasında bir karşılaştırma yapılabilir mi, sanmıyorum. Ne de olsa arada altmış yıl kadar fark var ve Tolkien başlattığı akımın öncüsü. Tolkien masayı icat eden bir marangozken, Martin bunu geliştiren bir tasarımcıdır.