İlk kısmını buradan da paylaşayım, devamı blogda. Maalesef ki, tüm eseri burada paylaşmaya kalkarsam, olay bayağı absürt kaçar.
Forumdan, editörlükte yardımcı olan arkadaşlara teşekkürler. Ayrıca, eseri kendim bastırmayı planlıyorum, yani reklamlara tıklayıp da, cüzi de olsa bir katkı yapabilirsiniz. İnanın bu beni çok sevindirir..
BÖLÜM 1
http://inti-kam.blogspot.com.tr/
Forumdan, editörlükte yardımcı olan arkadaşlara teşekkürler. Ayrıca, eseri kendim bastırmayı planlıyorum, yani reklamlara tıklayıp da, cüzi de olsa bir katkı yapabilirsiniz. İnanın bu beni çok sevindirir..
BÖLÜM 1
Güneşin parlak ışıkları üzerime vurup, yüreğimin ta en derinini ısıtıyordu.
Ben ise denizin masmavi ve berrak suyunun soğukluğuna dalıp, bir nebze de olsa, içimde ki sıkıntı ateşini söndürmeye çalışıyordum. Bu, son zamanlarda sıkça duyumsadığım bir ’his’ten kaynaklanıyordu.. Ya umut gelecekti o masmavi denizden, ya da... Cehennem.
Ben cehennemi hissediyordum..
‘’-Triii!..’’
Aşağılardan, köyün içinden gelen bu ani sesle irkildim ve üzerinde oturduğum yüzeyi küçük ama yüksekliği fazla olan kayadan düşmemek için biraz çaba harcadım. Brutos’du bu. Bana başka hiç kimse ‘Tri’ diye hitap etmezdi. Kendimi bildim bileli bir elmanın iki yarısı gibiydik Brutos'la. Babam, ikimizi birlikte hapsederdi eve. Dışarıdan bizi, çocuklarını böyle korumaya çalışırdı. Brutos, benim dert ortağım, kardeşimdi. Öz kardeşim..
Küçük kayanın üzerinde arkama doğru döndüm ve bana doğru koşarak gelen kardeşimi gördüm. Tahminimde yine yanılmamıştım.. Babamın yanından geliyor olmalıydı. Son günlerde –Tehlike yeniden arz etmeye başladığından beri- annemin ısrarlarına daha fazla dayanamayan babam, bizi de yanında götürmeye başlamıştı. İlk zamanlarda; artık büyümüş olduğumuzu ve buna gerek olmadığını düşünüyorduk, ancak asıl nedenin bu olmadığını sonra öğrendik. Asıl neden: Persler'di. Çok öncelerden beri, tüm Yunan topraklarında yaşayan herkesin kâbuslarında yer eden Persler...
Birkaç adımlık yükseklikten atlayarak, aşağıya indim. O sırada Brutos yanıma dikilmişti. Birazdan hesap sormaya başlayacağını tahmin edebiliyordum. Konuşmaya önce başlayıp, ona karşı önde olmak istedim. “Ne oldu be Brutos..? Arkandan Persler kovalıyormuş gibi ne koşuyorsun!?” Sözlerimi tamamladıktan sonra kendim de şaşırdım içimdeki ‘ben’e. Bazen böyle aptalca sözler çıkabiliyordu ondan. Köyümüze saldırma ihtimali olan Perslerdi ve ben de onlarla ilgili aptalca alay edebiliyordum. İçimdeki ‘ben’ korkmuyor olabilirdi ama bu ben, deli gibi korkuyordum onlardan...
Brutos’un gözlerinde acınası bir korku gördüm o an. Tam; “Dememeliydim, dememeliydim...” diye kendime söylenirken, konuşmaya başladı: “Babam çağırıyor Thefanos.” Yüreği bana yabancı olduğunda böyle seslenirdi ve şu anda da, yüreği bana, oldukça yabancıydı. “Bugün erken gidecekmişiz.” Daha sözlerini bitirmeden dönüp, yürümeye başlamıştı. Son kelimeleri, havaya söylenmiş gibiydi.
Babam, bizim dışarıdan etkilenmemizi istemezdi, yani en azından bize böyle söylemişti. O yüzden de, çoğu zaman dışarı dahi çıkmamız yasaktı. Evimize arada sırada –çok ender olmak üzere- Rhetei, Dentius gibi eğitmenler gelir, bize okuma yazma ve ilim öğretmeye çalışırlardı. Bize, iyi birer öğrenci olduğumuzu söylerlerdi. Ama henüz daha okuma-yazma öğrenememiştik.. Eğitimimiz iyi sayılırdı fakat ben, dışarıya çıkabilen çocuklara özenirdim. Akşama kadar gönüllerince gezip tozabilirlerdi. Biz ise... Yalnızca, babamın izniyle ve gözü önünde, yine arada sırada çıkabilirdik dışarıya. Babam korkuyordu...
Hayır, Perslerden değil! Dışarıdan korkuyordu babam. Bunun en büyük sebebinin, bizden yıllar önce doğmuş olan talihsiz ağabeylerim olduğunu biliyordum. Annemin bir gece, gizlice bize anlattığı dışında haklarında başka hiçbir şey bilmezdik. “Onlar da, sizin gibi yan yana, baş başa büyümüşlerdi. Hep birbirlerinin arkasını kollamış, hayata birlikte atılmışlardı..” Gözlerinde, birer inci gibi biriken yaşları görebilmiştim o an. “Ne atılış ama! Sonra biri, imkânsız bir kıza âşık oldu. Onunla kaçtı, gitti. Daha sonra...” Burada sözlerini uzunca bir süre kesti. Ona, soru sormamamız konusunda baştan anlaştığımız için, heyecan ve biraz üzüntüyle tekrar konuşmaya başlamasını beklemiştik. ’’Diğeri de denizci oldu. O da, koca canavarlardan birine –gemilere böyle hitap ederlerdi- bindi ve gitti. Yıllar sonra, ölüm haberini alabildik..’’ Bu üzüntü dolu hikâyeden sonra; babamın bizi neden evde tutmaya çalıştığını, neden denize bakmamızı dahi yasakladığını anlayabiliyordum. Dışarının, denizin, dağın, taşın rüyalarımızı ele geçirmesini, hayatımızı çalmasını istemiyordu. Ama bu, sonsuza kadar böyle ilerleyemezdi.. Sonuçta biz, eninde sonunda büyüyecektik ve babam da bir gün ölecekti...
Biz, büyüdük mü bilmiyorum, ama evden kopma zamanımız artık gelmişti.. Hissedebiliyordum.
Belki dağ, taş rüyalarımıza girmeyi başaramadı ama daha kötü bir şey –Persler- artık kâbuslarımızda.
Ve tahminimce, en iyi kâbus bile, en kötü rüyadan daha korkutucudur..
Ben ise denizin masmavi ve berrak suyunun soğukluğuna dalıp, bir nebze de olsa, içimde ki sıkıntı ateşini söndürmeye çalışıyordum. Bu, son zamanlarda sıkça duyumsadığım bir ’his’ten kaynaklanıyordu.. Ya umut gelecekti o masmavi denizden, ya da... Cehennem.
Ben cehennemi hissediyordum..
‘’-Triii!..’’
Aşağılardan, köyün içinden gelen bu ani sesle irkildim ve üzerinde oturduğum yüzeyi küçük ama yüksekliği fazla olan kayadan düşmemek için biraz çaba harcadım. Brutos’du bu. Bana başka hiç kimse ‘Tri’ diye hitap etmezdi. Kendimi bildim bileli bir elmanın iki yarısı gibiydik Brutos'la. Babam, ikimizi birlikte hapsederdi eve. Dışarıdan bizi, çocuklarını böyle korumaya çalışırdı. Brutos, benim dert ortağım, kardeşimdi. Öz kardeşim..
Küçük kayanın üzerinde arkama doğru döndüm ve bana doğru koşarak gelen kardeşimi gördüm. Tahminimde yine yanılmamıştım.. Babamın yanından geliyor olmalıydı. Son günlerde –Tehlike yeniden arz etmeye başladığından beri- annemin ısrarlarına daha fazla dayanamayan babam, bizi de yanında götürmeye başlamıştı. İlk zamanlarda; artık büyümüş olduğumuzu ve buna gerek olmadığını düşünüyorduk, ancak asıl nedenin bu olmadığını sonra öğrendik. Asıl neden: Persler'di. Çok öncelerden beri, tüm Yunan topraklarında yaşayan herkesin kâbuslarında yer eden Persler...
Birkaç adımlık yükseklikten atlayarak, aşağıya indim. O sırada Brutos yanıma dikilmişti. Birazdan hesap sormaya başlayacağını tahmin edebiliyordum. Konuşmaya önce başlayıp, ona karşı önde olmak istedim. “Ne oldu be Brutos..? Arkandan Persler kovalıyormuş gibi ne koşuyorsun!?” Sözlerimi tamamladıktan sonra kendim de şaşırdım içimdeki ‘ben’e. Bazen böyle aptalca sözler çıkabiliyordu ondan. Köyümüze saldırma ihtimali olan Perslerdi ve ben de onlarla ilgili aptalca alay edebiliyordum. İçimdeki ‘ben’ korkmuyor olabilirdi ama bu ben, deli gibi korkuyordum onlardan...
Brutos’un gözlerinde acınası bir korku gördüm o an. Tam; “Dememeliydim, dememeliydim...” diye kendime söylenirken, konuşmaya başladı: “Babam çağırıyor Thefanos.” Yüreği bana yabancı olduğunda böyle seslenirdi ve şu anda da, yüreği bana, oldukça yabancıydı. “Bugün erken gidecekmişiz.” Daha sözlerini bitirmeden dönüp, yürümeye başlamıştı. Son kelimeleri, havaya söylenmiş gibiydi.
Babam, bizim dışarıdan etkilenmemizi istemezdi, yani en azından bize böyle söylemişti. O yüzden de, çoğu zaman dışarı dahi çıkmamız yasaktı. Evimize arada sırada –çok ender olmak üzere- Rhetei, Dentius gibi eğitmenler gelir, bize okuma yazma ve ilim öğretmeye çalışırlardı. Bize, iyi birer öğrenci olduğumuzu söylerlerdi. Ama henüz daha okuma-yazma öğrenememiştik.. Eğitimimiz iyi sayılırdı fakat ben, dışarıya çıkabilen çocuklara özenirdim. Akşama kadar gönüllerince gezip tozabilirlerdi. Biz ise... Yalnızca, babamın izniyle ve gözü önünde, yine arada sırada çıkabilirdik dışarıya. Babam korkuyordu...
Hayır, Perslerden değil! Dışarıdan korkuyordu babam. Bunun en büyük sebebinin, bizden yıllar önce doğmuş olan talihsiz ağabeylerim olduğunu biliyordum. Annemin bir gece, gizlice bize anlattığı dışında haklarında başka hiçbir şey bilmezdik. “Onlar da, sizin gibi yan yana, baş başa büyümüşlerdi. Hep birbirlerinin arkasını kollamış, hayata birlikte atılmışlardı..” Gözlerinde, birer inci gibi biriken yaşları görebilmiştim o an. “Ne atılış ama! Sonra biri, imkânsız bir kıza âşık oldu. Onunla kaçtı, gitti. Daha sonra...” Burada sözlerini uzunca bir süre kesti. Ona, soru sormamamız konusunda baştan anlaştığımız için, heyecan ve biraz üzüntüyle tekrar konuşmaya başlamasını beklemiştik. ’’Diğeri de denizci oldu. O da, koca canavarlardan birine –gemilere böyle hitap ederlerdi- bindi ve gitti. Yıllar sonra, ölüm haberini alabildik..’’ Bu üzüntü dolu hikâyeden sonra; babamın bizi neden evde tutmaya çalıştığını, neden denize bakmamızı dahi yasakladığını anlayabiliyordum. Dışarının, denizin, dağın, taşın rüyalarımızı ele geçirmesini, hayatımızı çalmasını istemiyordu. Ama bu, sonsuza kadar böyle ilerleyemezdi.. Sonuçta biz, eninde sonunda büyüyecektik ve babam da bir gün ölecekti...
Biz, büyüdük mü bilmiyorum, ama evden kopma zamanımız artık gelmişti.. Hissedebiliyordum.
Belki dağ, taş rüyalarımıza girmeyi başaramadı ama daha kötü bir şey –Persler- artık kâbuslarımızda.
Ve tahminimce, en iyi kâbus bile, en kötü rüyadan daha korkutucudur..
http://inti-kam.blogspot.com.tr/