Merhabalar, geçtiğimiz günlerde IOS ve Android işletim sistemli telefonlar üzerinden ulaşılınabilen George R. R. Martin’s A World of Ice and Fire – A Game of Thrones Guide uygulaması üzerinden Tyrion POV'u yayınlandı. Çevirinin ilk kısmıdır, devamı ilerleyen günlerde eklenecektir. Bol bol yanlış var ama umarım beğenirsiniz. :)
TYRION
Uzaklarda bir yerde, ölmekte olan bir adam annesine bağırıyordu. Bir adam, İkinci Oğullar’ın kuzeyindeki kampta “Atlara!” diye bağırdı Ghiscari dilinde. “Atlara! Atlara!” Yüksek ve tiz sesi, sabahın havasıyla çok uzaklara, kendi kampının ötesine taşındı. Tyrion, kelimeleri anlayacak kadar Ghiscari dilini biliyordu; ancak sesteki korku her dilde aynıydı. Onun ne hissettiğini biliyorum.
Biliyordu Tyrion, kendi atını bulmanın zamanı gelmişti. Ölü çocukların zırhlarını giymenin zamanı gelmişti, kemerine bir kılıç ve hançer iliştirmenin, orası burası yamulmuş kaskı başına takmanın zamanı gelmişti. Şafak sökmüştü, güneşin ilk ışıkları şehirin duvarlarının ve kulelerinin ardından parlıyordu, kör edercesine parlak. Batıda yıldızlar bir bir parlaklığını kaybediyordu. Borular Skahazadhan’nın kıyılarında üfleniyordu, aynı şekilde Meeren’in duvarlarında savaş boruları cevap veriyordu. Nehirin ağzında bir gemi alevler içinde batıyordu. Köle Körfezinde savaş gemileri çarpışırken ejderhalar ve ölü adamlar gökyüzüne gidiyorlardı. Tyrion uzak mesafeden olanları göremedi fakat işitti; gemilerin kafa kafaya çarpışması, Demirdoğumluların büyük savaş boruları, Qarth’ın gürütülü tuhaf ıslıkları, çatırdayan küreklerin sesleri, baltanın kalkana saplanışı, yaralı adamların çığlıkları. Birçok gemi hala körfezin uzaklarındaydı, çıkardıkları sesler soluk ve derinden geliyordu ama biliyordu ki hepsi aynıydı. Katliamın şarkısı.
Durduğu yerden üçyüz metre uzakta Adi Kız Kardeş’i gördü, uzun kolu ceset yığınlarıyla birlikte sallanıyor, şişmiş ve çıplak cesetler uçuyordu. Kuşatma kampları gül ve altındanmışcasına sisin altında parıldıyordu ama Meeren’in ünlü basamaklı piramitleri soluk birer enkazı andırıyordu. Bir tanesinin yukarısında bir şey hareket ediyordu. Bir ejderha ama hangisi? Bu kadar mesafeden bir kartal zannedilebilirdi. Çok büyük bir kartal.
İkinci Oğullar’ın küflü çadırlarında saklanarak geçen birkaç günden sonra dışarıdaki hava fazla temiz ve taze kokuyordu. Olduğu yerden denizi görememesine rağmen keskin tuz kokusu denizin yakınlarda olduğunu söyledi. Ciğerlerini havayla doldurdu. Savaşmak için güzel bir gün. Doğudaki davulun sesi kavrulmuş ovada yayıldı. Elinde Rüzgarla Savrulanlar’ın mavi sancağını taşıyan atlı bir birlik Harridan’ın yanında şimşek gibi geçti.
Göğüs uçlarında halkalar olan Yunkai’li adamın bir köle askerin gözlerinin arasına balta saplanmasını aptal bir adam eğlenceli bulabilirdi. Genç bir adam muazzam ve büyüleyici olduğunu düşünebilirdi. Ama Tyrion Lannister daha iyisini bilirdi. Tanrılar beni kılıç kullanmam için yaratmamışlar diye düşündü, peki o zaman beni neden sürekli savaşların içine atıyorlar.
Kimse duymadı. Kimse cevaplamadı. Kimse umursamadı Tyrion’ı.
Tyrion kendini ilk savaşını düşünürken buldu. Shae'in ilk sevişmesinden sonraydı, babasının savaş borularıyla uyandırılmıştı. Gecenin bir yarısı kollarında çırılçıplak titreyen tatlı fahişesi, ürkmüş bir çocuk. Belki de hepsi yalandı, iyi hissetmemi sağlamak için oynadığı bir oyun. Shae ne kadar iyi bir oyuncuymuş diye içinden geçirdi. Zırhını giymesine yardım etmesi için Podrick Payne’e bağırdığında çocuk horul horul uyuyordu. Gördüğüm en hızlı delikanlı değildi ama adam gibi bir yaverdi. Umarım hizmet edecek daha iyi bir adam bulur.
Biraz acayipti ama, Tyrion Yeşil Çatal Savaşı’nı Karasu Savaşı’ndan daha iyi hatırlıyordu. Bu benim ilk savaşımdı. Herkes ilk savaşını hatırlar. Nehirin üstünden geçip giden sisi hatırladı, sazlıklara doğru giden soluk beyaz parmaklar gibiydiler. Ve o gündoğumunun güzelliği, bunu da hatırlıyordu; yıldızlar mor gökyüzünde dağılmışlardı, sabah çiyi ile ıslanmış çimenler cam gibi parlıyordu, kırmızı parlaklık doğudaydı. Shae, Pod’a yardım edip Tyrion’a uyumsuz ve garip zırhını giydirirken Shae’in parmaklarının ufak temaslarını hatırladı. Tanrının belası miğfer. Üstünde çiviler olan bir kova gibiydi. O çiviler hayatını kurtarmıştı, ilk savaşını kazanmasına rağmen Tyrion’un o günkü hali o kadar aptaldı ki Penny ve Groat onun yarısı kadar bile aptal gözükemezdi. Shae Tyrion’un zırhlar içinde dehşetli gözüktüğünü söyledi. Nasıl bu kadar kör,sağır ve aptal olabildim? Erkekliğimle düşünmemem gerekirdi
Uzaklarda bir yerde, ölmekte olan bir adam annesine bağırıyordu. Bir adam, İkinci Oğullar’ın kuzeyindeki kampta “Atlara!” diye bağırdı Ghiscari dilinde. “Atlara! Atlara!” Yüksek ve tiz sesi, sabahın havasıyla çok uzaklara, kendi kampının ötesine taşındı. Tyrion, kelimeleri anlayacak kadar Ghiscari dilini biliyordu; ancak sesteki korku her dilde aynıydı. Onun ne hissettiğini biliyorum.
Biliyordu Tyrion, kendi atını bulmanın zamanı gelmişti. Ölü çocukların zırhlarını giymenin zamanı gelmişti, kemerine bir kılıç ve hançer iliştirmenin, orası burası yamulmuş kaskı başına takmanın zamanı gelmişti. Şafak sökmüştü, güneşin ilk ışıkları şehirin duvarlarının ve kulelerinin ardından parlıyordu, kör edercesine parlak. Batıda yıldızlar bir bir parlaklığını kaybediyordu. Borular Skahazadhan’nın kıyılarında üfleniyordu, aynı şekilde Meeren’in duvarlarında savaş boruları cevap veriyordu. Nehirin ağzında bir gemi alevler içinde batıyordu. Köle Körfezinde savaş gemileri çarpışırken ejderhalar ve ölü adamlar gökyüzüne gidiyorlardı. Tyrion uzak mesafeden olanları göremedi fakat işitti; gemilerin kafa kafaya çarpışması, Demirdoğumluların büyük savaş boruları, Qarth’ın gürütülü tuhaf ıslıkları, çatırdayan küreklerin sesleri, baltanın kalkana saplanışı, yaralı adamların çığlıkları. Birçok gemi hala körfezin uzaklarındaydı, çıkardıkları sesler soluk ve derinden geliyordu ama biliyordu ki hepsi aynıydı. Katliamın şarkısı.
Durduğu yerden üçyüz metre uzakta Adi Kız Kardeş’i gördü, uzun kolu ceset yığınlarıyla birlikte sallanıyor, şişmiş ve çıplak cesetler uçuyordu. Kuşatma kampları gül ve altındanmışcasına sisin altında parıldıyordu ama Meeren’in ünlü basamaklı piramitleri soluk birer enkazı andırıyordu. Bir tanesinin yukarısında bir şey hareket ediyordu. Bir ejderha ama hangisi? Bu kadar mesafeden bir kartal zannedilebilirdi. Çok büyük bir kartal.
İkinci Oğullar’ın küflü çadırlarında saklanarak geçen birkaç günden sonra dışarıdaki hava fazla temiz ve taze kokuyordu. Olduğu yerden denizi görememesine rağmen keskin tuz kokusu denizin yakınlarda olduğunu söyledi. Ciğerlerini havayla doldurdu. Savaşmak için güzel bir gün. Doğudaki davulun sesi kavrulmuş ovada yayıldı. Elinde Rüzgarla Savrulanlar’ın mavi sancağını taşıyan atlı bir birlik Harridan’ın yanında şimşek gibi geçti.
Göğüs uçlarında halkalar olan Yunkai’li adamın bir köle askerin gözlerinin arasına balta saplanmasını aptal bir adam eğlenceli bulabilirdi. Genç bir adam muazzam ve büyüleyici olduğunu düşünebilirdi. Ama Tyrion Lannister daha iyisini bilirdi. Tanrılar beni kılıç kullanmam için yaratmamışlar diye düşündü, peki o zaman beni neden sürekli savaşların içine atıyorlar.
Kimse duymadı. Kimse cevaplamadı. Kimse umursamadı Tyrion’ı.
Tyrion kendini ilk savaşını düşünürken buldu. Shae'in ilk sevişmesinden sonraydı, babasının savaş borularıyla uyandırılmıştı. Gecenin bir yarısı kollarında çırılçıplak titreyen tatlı fahişesi, ürkmüş bir çocuk. Belki de hepsi yalandı, iyi hissetmemi sağlamak için oynadığı bir oyun. Shae ne kadar iyi bir oyuncuymuş diye içinden geçirdi. Zırhını giymesine yardım etmesi için Podrick Payne’e bağırdığında çocuk horul horul uyuyordu. Gördüğüm en hızlı delikanlı değildi ama adam gibi bir yaverdi. Umarım hizmet edecek daha iyi bir adam bulur.
Biraz acayipti ama, Tyrion Yeşil Çatal Savaşı’nı Karasu Savaşı’ndan daha iyi hatırlıyordu. Bu benim ilk savaşımdı. Herkes ilk savaşını hatırlar. Nehirin üstünden geçip giden sisi hatırladı, sazlıklara doğru giden soluk beyaz parmaklar gibiydiler. Ve o gündoğumunun güzelliği, bunu da hatırlıyordu; yıldızlar mor gökyüzünde dağılmışlardı, sabah çiyi ile ıslanmış çimenler cam gibi parlıyordu, kırmızı parlaklık doğudaydı. Shae, Pod’a yardım edip Tyrion’a uyumsuz ve garip zırhını giydirirken Shae’in parmaklarının ufak temaslarını hatırladı. Tanrının belası miğfer. Üstünde çiviler olan bir kova gibiydi. O çiviler hayatını kurtarmıştı, ilk savaşını kazanmasına rağmen Tyrion’un o günkü hali o kadar aptaldı ki Penny ve Groat onun yarısı kadar bile aptal gözükemezdi. Shae Tyrion’un zırhlar içinde dehşetli gözüktüğünü söyledi. Nasıl bu kadar kör,sağır ve aptal olabildim? Erkekliğimle düşünmemem gerekirdi