Büyülü gerçekçilik, normal ya da gerçekçi kabul edilen sanat akımlarında olmaması gereken sihirli ve mantık dışı öğeleri içeren sanat akımı.
Terim, ilk önce Alman sanat eleştirmeni Franz Roh tarafından değiştirilmiş gerçekliği gösteren bir tabloyu tanımlamak için kullanılmıştır. Daha sonraları ise Venezuelalı Arturo Uslar-Pietri bazı Latin Amerikalı yazarların eserlerini bu akım altında sınıflandırdı. Kübalı yazar Alejo Carpentier (Uslar-Pietri'nin bir arkadaşı) "lo real maravilloso" ("harika gerçeklik") terimini Bu Dünyanın Krallığı(1949) romanının önsözünde kullandı. Carpentier'in önerdiği kavram, içinde doğal ve zorlamasız görünen ancak mucizevi öğeler barındıran bir tür yükseltilmiş gerçeklikti. Terim 1960'larda Latin Amerikan edebiyatının yükselişiyle revaç kazandı. Özellikle Alejo Carpentier, Jorge Luis Borges, Jacques Stephen Alexis, Juan Rulfo, Carlos Fuentes ve Gabriel García Márquez bu akımın öncülerindendir. Bu akımdaki son dönem yazarlarına örnek olarak Isabel Allende ve Laura Esquivel verilebilir.
Terim sonraları, Jorge Luis Borges, Mikhail Bulgakov veya Ernst Junger gibi erken dönem yazarlarından Salman Rüşdi, Günter Grass, Janet Frame ve Angela Carter gibi günümüz yazarlarına kadar birçok yazarı kapsadı.
Benim tanımlamama göre bizim dünyamızda geçen ve tam anlamıyla kurgusal olmayan her fantastik roman büyülü gerçekçiliğe girer. Fakat fantastik eserlerde olduğu gibi adı duyulmamış dünyalar, ülkeler veya karakterler yoktur. Fantastik olabilen özelliği, yazarın düşüncelerini normal bir romandaki gibi anlatırken büyü benzeri sıradışı özellikleri romana serpiştirmesidir. Son zamanlarda bu türe karşı çok ilgiliyim, fantastik edebiyatın kalbimdeki tahtı sallanıyor :( Okumanız için size birkaç bu türde yazılmış romanın adını vereceğim:
İletişim Yayınları 1989´da kurulan Jorge Luis Borges Vakfı´yla yaptığı anlaşmaya uygun olarak, yazarın kimi zaman keyfi sıralamalarla derlenen öykü, düzyazı ve şiirlerini ilk basıldıkları halleriyle yayımlıyor. Borges, 1930´larda, Arjantin´de çok satan Critica gazetesinin pazar ekine yazdığı yazıları, Alçaklığın Evrensel Tarihi'nde biraraya getirdi. Gerçek ile hayalin birleştiği bu yazılarda, yaşam öykülerini bilerek çarpıttğı Keşiş Eastman,Kadın Korsan Çingi, Billy the Kid gibi kötü şöhretli kimseleri anlatırken, kurgunun olgudan daha gerçek, daha inanılır olduğunu belirtmeyi hedeflemişti. İlk kısa öyküsü ´Mahalle Kabadayısı´nın da yer aldığı bu kitabı Borges, 1954´te yazdığı önsözde, `öykü yazmayı göze alamayan, dolayısıyla da başkalarının masallarını bozup çarpıtarak kendini eğlendiren utangaç bir delikanlının sorumsuz oyunları` olarak nitelemişti. Buna karşılık kitap, Latin Amerika edebiyatını derinden etkiledi ve yayımlandığı tarih (1935) bu edebiyatın bir dönüm noktası olarak nitelendi.
Şili'nin seçimle iş başına gelen, askeri bir darbeyle devrilip öldürülen Marksist başkanı Salvador Allende'nin son saatleri nasıl geçti? Nobel ödüllü büyük şair Pablo Neruda'nın cenaze töreni, faşist diktatör Pinochet'nin onca baskısına karşın, nasıl bir gösteriye dönüştü? Clara del Valle neden dokuz yıl konuşmadı ve öldüğü zaman nasıl oldu da annesinin kesik başıyla birlikte gömüldü? Bunlar, Isabel Allende'nin bu romanında yer verdiği ilginç olaylardan bazıları. Isabel Allende, Latin Amerika'nın yetiştirdiği en büyük romancılardan biri. Ruhlar Evi adlı bu ilk romanında, bir ailenin üç kuşağını, yetmiş yıllık bir süreç içinde, Márquez'e yaklaşan bir ustalıkla dile getiriyor. Romanda, yaşayan kişilerle geçmişin ruhları iç içe. Latin Amerika edebiyatının büyülü gerçekçilik geleneği, bu romanda da bütün görkemiyle hüküm sürüyor. Sınırsız bir hayal gücü ve anlatım ustalığı, Isabel Allende'yi çağımızın en başarılı romancılarından biri yapıyor.
Yayınladığımız bu kitap, sansüre uğrayan bu sayfaları da içeriyor. Usta ile Margarita, son derece kıvrak bir kurguyla birbirine bağlanan ayrı öykülerden oluşuyor. Otuzlu yıllarda, Moskova'da iki yazar, bir bankta oturmuş, İsa'nın gerçekten yaşayıp yaşamadığını tartışmaktadırlar. Birdenbire, yandaki bankta bir adam şekillenir ve sohbete karışır. Düzgün bir Sovyet vatandaşı gibi görünmektedir, ancak geleceği okuma yeteneğine sahiptir ilginç yabancı. Örneğin, yazarlardan birine öleceğini söyler, yazar gerçekten çok kısa bir süre sonra ölür. İkinci yazar ise, gene yabancının önceden bildiği gibi delirir ve akıl hastanesine kapatılır. Yabancı dediğimiz kişi ise, sosyalist Sovyet toplumunu ziyarete gelmiş olan şeytanın ta kendisidir ve bu kez adı Woland'dır. Woland ve yanındaki yardımcıları, Moskova'da fantastik bir alt üst oluşa neden olurlar; tıkır tıkır işleyen pek çok mekanizma, Bulgakov'un keskin kara mizahıyla parçalanır, dağılır, bozulur. Bu sırada, akıl hastanesine yatırılmış olan yazar, orada bir 'Usta'yla karşılaşır; 'Usta', ona kendi yazdığı, Pontius Pilatus'la ilgili kitabı, ayrıca Margarita'ya olan aşkını anlatır, ki zaten aklını kaybetmesine neden olan da, kaleme aldığı romandır. Tabii şeytan da, Bulgakov'un müthiş canlandırma gücüyle kılıktan kılığa girmekte, romandaki her öyküye nüfuz etmektedir. Usta ile Margarita, yirminci yüzyıl edebiyatının başyapıtlarından.
Kubilay Han'ın atlasında yolculuk eden Marco Polo... Batının doğuyu gören gözünün kurduğu hayaller bir yanda, modern kentin içinden çıkılmazlığı ve geleceği öte yanda...
"Kitap bir alan; okur içine girmeli, dolanmalı, belki kendini kaybetmeli, ama belli bir noktada bir çıkış hatta birçok çıkış bulmalı. Kitap, dışarı çıkabilmek için bir yola koyulma olanağı."
Okur, kitabı eline aldığında, yazarın kentleri arasında dolanacağından, önüne altın harflerle sunulan olasılıkları yutacağından, sonunda okuduklarını kendi zihnindeki ideal kentlere ekleyeceğinden emin olmalı. Okur, kitabı, mümkünse, büyük bir caddenin kenarına dizilmiş kahve masalarından birine ilişerek, okumalı; göz önündeki gerçekle, göz önündeki kurguyu daha iyi görebilmek için...
"Belki de kent yaşamının kriz noktasına yaklaşmaktayız ve Görünmez Kentler, yaşanmaz hale gelen kentlerin kalbinden doğan bir rüya."
Bu romanda hareket noktası olarak alınan tarihsel olaylar, bizi gerçek yolumuzdan saptırmamalı. Yer yer yoğun, anlaşılması güç gibi gelen yalanlarıyla bu roman, bir tarihsel olaylar romanıdır. Bu olayları Vodu'nun uğursuz havası sarmıştır. Tek kollu büyücü Mackandal, adadaki tüm hayvanları büyüler, öldürür. Aynı yıkıma toprak sahipleri de uğrar. Büyü, kaba güldürüye dönüşür, güldürü de kanla sonuçlanır. Bu yangın ve kırım görüntülerinin üzerinde güzelim bedenini zenci Soliman'a ovduran güzel Pauline Bonaparte imgesi belirir.
1. Dünya Savaşı'nın ardından, ikincisine çeyrek kala. Kan kokuyor. Kan, yoksunluk, hastalık, ölüm, sıcak, tuvalet, yara, et, yine de kahkaha...
Biz, tam yetmiş yıl sonra, yeniden indiriyoruz Yolculuk'u kızağından. Adını hiçbir şeyle birlikte anmadan, karşılaştırmalar yapmadan. Bir biçem, bir dil, gecenin sonunda insanlığın en aşağı katmanlarıyla bir yüzleşme, bizi içeri, daha içeri çeken, boynumuza parmaklarını geçiren, ısıran, tüküren, hırlayan, ölesiye korkan ve korkutan. Yani yaşayan. Bir kıpırdanma başladı bile, parmaklarımızın ucunda, gözeneklerimizden içeri sızan bir şey var. Böyle bir yüzleşmeye katlanabilecek mi insan?
Gecenin Sonuna Yolculuk'un Türkçe çevirisini Yiğit Bener yaptı, yayımlanmasından tam yetmiş yıl sonra. Ortaya çıkan metni, Céline'in Türkçesini, Vüsat O. Bener, Erhan Bener okudu... ve daha birçok kişi. Yaklaşık bir altı yüz sayfa bilediler, sipsivri. Bundan sonrası geceye ait.
(Kitabın İçinden)
"Yüzyıllık Yalnızlık'ı yazmaya başladığımda, çocukluğumda beni etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol bulmak istiyordum. Çok kasvetli kocaman bir evde, toprak yiyen bir kız kardeş, geleceği sezen bir büyükanne ve mutlulukla çılgınlık arasında ayrım gözetmeyen, adları bir örnek bir yığın hısım akraba arasında geçen çocukluk günlerimi sanatsal bir dille ardımda bırakmaktı amacım. Yüzyıllık Yalnızlık'ı iki yıldan daha kısa bir sürede yazdım, ama yazı makinemin başına oturmadan önce bu kitap hakkında düşünmek on beş, on altı yılımı aldı. Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü olağan şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık'ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım. Bu romanı dikkat ve keyifle okuyan, hiç şaşırmayan sıradan insanlar tanıdım. Şaşırmadılar, çünkü ben onlara hayatlarında yeni olan bir şey anlatmamıştım, kitabımda gerçekliğe dayanmayan tek cümle bulamazsınız."
Teneke Trampet'te cüce kahraman Oskar Matzerath'ın gözüyle İkinci Dünya Savaşı yıllarını anlattı. Ardından Joachim Mahlke ve onun elmacık kemiğini ölümsüzleştirdiği Kedi ve Fare'yi yazmıştır. Köpek Yılları, Lokal Anestezi, Pisi Balığı, Dişi Fare, Kafadan Doğumlar, Uzak Tarla, Yüzyılım ve Kanser Yolunda diğer yapıtlarıdır. Kafadan Doğumlar 'da Almanların soylarını devam ettirme endişesini yine kendine has tarzıyla ele alan Grass, Uzak Tarla'da Berlin Duvarı'nın yapılması ve yıkılması arasında geçen süreci yansıttı.
Bir yolculuk sırasında Beatles'ın "Norwegian Wood" adlı parçasını duyan kahramanımız 37 yaşındadır ve bu parça onu Tokyo'da geçirdiği üniversite yıllarına götürecektir. En yakın arkadaşının intihar edişi, geçen zamanın ardından onun kız arkadaşıyla yakınlaşması, araya giren zorunlu ayrılık ve yeni bir kız arkadaş. "İmkânsızın Şarkısı" yalın, çarpıcı ve sıcak bir aşk hikâyesini anlatıyor. Yazarı HARUKİ Murakami Japon edebiyatının aykırı, ama en çok okunan yazarı. Japon geleneklerinin dışında geliştirdiği üslubuyla adından çok söz ettiren Murakami'yi dünyaya tanıtan roman "İmkânsızın Şarkısı".
1968-1970 yılları arasında geçen olaylar, o günün toplumsal gerçeklerini de satırlara taşıyor. Ama romanın odağında bu toplumsal olaylar değil üçlü bir aşk var. Gençliğin rüzgârıyla hareketlenen "İmkânsızın Şarkısı"nı ölümle erken karşılaşan gençlerin hayatı yönlendiriyor. Hiçbir şeyin önem taşımadığı, amaçsızlığın ağır bastığı, özgür seksin kol gezdiği bir öğrenci hayatı... Ama diğer yanda da yoğun duygular var... İmkânsız aşklar, imkânsız şarkılar söyleten. Hemen hemen her Japon gencinin okuduğu roman anayurdu dışında da çok kişi tarafından sahipleniliyor.
Terim, ilk önce Alman sanat eleştirmeni Franz Roh tarafından değiştirilmiş gerçekliği gösteren bir tabloyu tanımlamak için kullanılmıştır. Daha sonraları ise Venezuelalı Arturo Uslar-Pietri bazı Latin Amerikalı yazarların eserlerini bu akım altında sınıflandırdı. Kübalı yazar Alejo Carpentier (Uslar-Pietri'nin bir arkadaşı) "lo real maravilloso" ("harika gerçeklik") terimini Bu Dünyanın Krallığı(1949) romanının önsözünde kullandı. Carpentier'in önerdiği kavram, içinde doğal ve zorlamasız görünen ancak mucizevi öğeler barındıran bir tür yükseltilmiş gerçeklikti. Terim 1960'larda Latin Amerikan edebiyatının yükselişiyle revaç kazandı. Özellikle Alejo Carpentier, Jorge Luis Borges, Jacques Stephen Alexis, Juan Rulfo, Carlos Fuentes ve Gabriel García Márquez bu akımın öncülerindendir. Bu akımdaki son dönem yazarlarına örnek olarak Isabel Allende ve Laura Esquivel verilebilir.
Terim sonraları, Jorge Luis Borges, Mikhail Bulgakov veya Ernst Junger gibi erken dönem yazarlarından Salman Rüşdi, Günter Grass, Janet Frame ve Angela Carter gibi günümüz yazarlarına kadar birçok yazarı kapsadı.
Kaynak: Vikipedi
Benim tanımlamama göre bizim dünyamızda geçen ve tam anlamıyla kurgusal olmayan her fantastik roman büyülü gerçekçiliğe girer. Fakat fantastik eserlerde olduğu gibi adı duyulmamış dünyalar, ülkeler veya karakterler yoktur. Fantastik olabilen özelliği, yazarın düşüncelerini normal bir romandaki gibi anlatırken büyü benzeri sıradışı özellikleri romana serpiştirmesidir. Son zamanlarda bu türe karşı çok ilgiliyim, fantastik edebiyatın kalbimdeki tahtı sallanıyor :( Okumanız için size birkaç bu türde yazılmış romanın adını vereceğim:
Jorge Luis Borges - Alçaklığın Evrensel Tarihi:
İletişim Yayınları 1989´da kurulan Jorge Luis Borges Vakfı´yla yaptığı anlaşmaya uygun olarak, yazarın kimi zaman keyfi sıralamalarla derlenen öykü, düzyazı ve şiirlerini ilk basıldıkları halleriyle yayımlıyor. Borges, 1930´larda, Arjantin´de çok satan Critica gazetesinin pazar ekine yazdığı yazıları, Alçaklığın Evrensel Tarihi'nde biraraya getirdi. Gerçek ile hayalin birleştiği bu yazılarda, yaşam öykülerini bilerek çarpıttğı Keşiş Eastman,Kadın Korsan Çingi, Billy the Kid gibi kötü şöhretli kimseleri anlatırken, kurgunun olgudan daha gerçek, daha inanılır olduğunu belirtmeyi hedeflemişti. İlk kısa öyküsü ´Mahalle Kabadayısı´nın da yer aldığı bu kitabı Borges, 1954´te yazdığı önsözde, `öykü yazmayı göze alamayan, dolayısıyla da başkalarının masallarını bozup çarpıtarak kendini eğlendiren utangaç bir delikanlının sorumsuz oyunları` olarak nitelemişti. Buna karşılık kitap, Latin Amerika edebiyatını derinden etkiledi ve yayımlandığı tarih (1935) bu edebiyatın bir dönüm noktası olarak nitelendi.
Isabel Allende - Ruhlar Evi:
Şili'nin seçimle iş başına gelen, askeri bir darbeyle devrilip öldürülen Marksist başkanı Salvador Allende'nin son saatleri nasıl geçti? Nobel ödüllü büyük şair Pablo Neruda'nın cenaze töreni, faşist diktatör Pinochet'nin onca baskısına karşın, nasıl bir gösteriye dönüştü? Clara del Valle neden dokuz yıl konuşmadı ve öldüğü zaman nasıl oldu da annesinin kesik başıyla birlikte gömüldü? Bunlar, Isabel Allende'nin bu romanında yer verdiği ilginç olaylardan bazıları. Isabel Allende, Latin Amerika'nın yetiştirdiği en büyük romancılardan biri. Ruhlar Evi adlı bu ilk romanında, bir ailenin üç kuşağını, yetmiş yıllık bir süreç içinde, Márquez'e yaklaşan bir ustalıkla dile getiriyor. Romanda, yaşayan kişilerle geçmişin ruhları iç içe. Latin Amerika edebiyatının büyülü gerçekçilik geleneği, bu romanda da bütün görkemiyle hüküm sürüyor. Sınırsız bir hayal gücü ve anlatım ustalığı, Isabel Allende'yi çağımızın en başarılı romancılarından biri yapıyor.
Mihail Bulgakov - Usta ile Margarita:
Yayınladığımız bu kitap, sansüre uğrayan bu sayfaları da içeriyor. Usta ile Margarita, son derece kıvrak bir kurguyla birbirine bağlanan ayrı öykülerden oluşuyor. Otuzlu yıllarda, Moskova'da iki yazar, bir bankta oturmuş, İsa'nın gerçekten yaşayıp yaşamadığını tartışmaktadırlar. Birdenbire, yandaki bankta bir adam şekillenir ve sohbete karışır. Düzgün bir Sovyet vatandaşı gibi görünmektedir, ancak geleceği okuma yeteneğine sahiptir ilginç yabancı. Örneğin, yazarlardan birine öleceğini söyler, yazar gerçekten çok kısa bir süre sonra ölür. İkinci yazar ise, gene yabancının önceden bildiği gibi delirir ve akıl hastanesine kapatılır. Yabancı dediğimiz kişi ise, sosyalist Sovyet toplumunu ziyarete gelmiş olan şeytanın ta kendisidir ve bu kez adı Woland'dır. Woland ve yanındaki yardımcıları, Moskova'da fantastik bir alt üst oluşa neden olurlar; tıkır tıkır işleyen pek çok mekanizma, Bulgakov'un keskin kara mizahıyla parçalanır, dağılır, bozulur. Bu sırada, akıl hastanesine yatırılmış olan yazar, orada bir 'Usta'yla karşılaşır; 'Usta', ona kendi yazdığı, Pontius Pilatus'la ilgili kitabı, ayrıca Margarita'ya olan aşkını anlatır, ki zaten aklını kaybetmesine neden olan da, kaleme aldığı romandır. Tabii şeytan da, Bulgakov'un müthiş canlandırma gücüyle kılıktan kılığa girmekte, romandaki her öyküye nüfuz etmektedir. Usta ile Margarita, yirminci yüzyıl edebiyatının başyapıtlarından.
Italo Calvino - Görünmez Kentler:
Kubilay Han'ın atlasında yolculuk eden Marco Polo... Batının doğuyu gören gözünün kurduğu hayaller bir yanda, modern kentin içinden çıkılmazlığı ve geleceği öte yanda...
"Kitap bir alan; okur içine girmeli, dolanmalı, belki kendini kaybetmeli, ama belli bir noktada bir çıkış hatta birçok çıkış bulmalı. Kitap, dışarı çıkabilmek için bir yola koyulma olanağı."
Okur, kitabı eline aldığında, yazarın kentleri arasında dolanacağından, önüne altın harflerle sunulan olasılıkları yutacağından, sonunda okuduklarını kendi zihnindeki ideal kentlere ekleyeceğinden emin olmalı. Okur, kitabı, mümkünse, büyük bir caddenin kenarına dizilmiş kahve masalarından birine ilişerek, okumalı; göz önündeki gerçekle, göz önündeki kurguyu daha iyi görebilmek için...
"Belki de kent yaşamının kriz noktasına yaklaşmaktayız ve Görünmez Kentler, yaşanmaz hale gelen kentlerin kalbinden doğan bir rüya."
Alejo Carpentier - Bu Dünyanın Krallığı:
Bu romanda hareket noktası olarak alınan tarihsel olaylar, bizi gerçek yolumuzdan saptırmamalı. Yer yer yoğun, anlaşılması güç gibi gelen yalanlarıyla bu roman, bir tarihsel olaylar romanıdır. Bu olayları Vodu'nun uğursuz havası sarmıştır. Tek kollu büyücü Mackandal, adadaki tüm hayvanları büyüler, öldürür. Aynı yıkıma toprak sahipleri de uğrar. Büyü, kaba güldürüye dönüşür, güldürü de kanla sonuçlanır. Bu yangın ve kırım görüntülerinin üzerinde güzelim bedenini zenci Soliman'a ovduran güzel Pauline Bonaparte imgesi belirir.
Louis Ferdinand Celine - Gecenin Sonuna Yolculuk:
1. Dünya Savaşı'nın ardından, ikincisine çeyrek kala. Kan kokuyor. Kan, yoksunluk, hastalık, ölüm, sıcak, tuvalet, yara, et, yine de kahkaha...
Biz, tam yetmiş yıl sonra, yeniden indiriyoruz Yolculuk'u kızağından. Adını hiçbir şeyle birlikte anmadan, karşılaştırmalar yapmadan. Bir biçem, bir dil, gecenin sonunda insanlığın en aşağı katmanlarıyla bir yüzleşme, bizi içeri, daha içeri çeken, boynumuza parmaklarını geçiren, ısıran, tüküren, hırlayan, ölesiye korkan ve korkutan. Yani yaşayan. Bir kıpırdanma başladı bile, parmaklarımızın ucunda, gözeneklerimizden içeri sızan bir şey var. Böyle bir yüzleşmeye katlanabilecek mi insan?
Gecenin Sonuna Yolculuk'un Türkçe çevirisini Yiğit Bener yaptı, yayımlanmasından tam yetmiş yıl sonra. Ortaya çıkan metni, Céline'in Türkçesini, Vüsat O. Bener, Erhan Bener okudu... ve daha birçok kişi. Yaklaşık bir altı yüz sayfa bilediler, sipsivri. Bundan sonrası geceye ait.
(Kitabın İçinden)
Gabriel Garcia Marquez - Yüzyıllık Yalnızlık:
"Yüzyıllık Yalnızlık'ı yazmaya başladığımda, çocukluğumda beni etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol bulmak istiyordum. Çok kasvetli kocaman bir evde, toprak yiyen bir kız kardeş, geleceği sezen bir büyükanne ve mutlulukla çılgınlık arasında ayrım gözetmeyen, adları bir örnek bir yığın hısım akraba arasında geçen çocukluk günlerimi sanatsal bir dille ardımda bırakmaktı amacım. Yüzyıllık Yalnızlık'ı iki yıldan daha kısa bir sürede yazdım, ama yazı makinemin başına oturmadan önce bu kitap hakkında düşünmek on beş, on altı yılımı aldı. Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü olağan şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık'ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım. Bu romanı dikkat ve keyifle okuyan, hiç şaşırmayan sıradan insanlar tanıdım. Şaşırmadılar, çünkü ben onlara hayatlarında yeni olan bir şey anlatmamıştım, kitabımda gerçekliğe dayanmayan tek cümle bulamazsınız."
Günter Grass - Teneke Trampet:
Teneke Trampet'te cüce kahraman Oskar Matzerath'ın gözüyle İkinci Dünya Savaşı yıllarını anlattı. Ardından Joachim Mahlke ve onun elmacık kemiğini ölümsüzleştirdiği Kedi ve Fare'yi yazmıştır. Köpek Yılları, Lokal Anestezi, Pisi Balığı, Dişi Fare, Kafadan Doğumlar, Uzak Tarla, Yüzyılım ve Kanser Yolunda diğer yapıtlarıdır. Kafadan Doğumlar 'da Almanların soylarını devam ettirme endişesini yine kendine has tarzıyla ele alan Grass, Uzak Tarla'da Berlin Duvarı'nın yapılması ve yıkılması arasında geçen süreci yansıttı.
Haruki Murakami - İmkansızın Şarkısı:
Bir yolculuk sırasında Beatles'ın "Norwegian Wood" adlı parçasını duyan kahramanımız 37 yaşındadır ve bu parça onu Tokyo'da geçirdiği üniversite yıllarına götürecektir. En yakın arkadaşının intihar edişi, geçen zamanın ardından onun kız arkadaşıyla yakınlaşması, araya giren zorunlu ayrılık ve yeni bir kız arkadaş. "İmkânsızın Şarkısı" yalın, çarpıcı ve sıcak bir aşk hikâyesini anlatıyor. Yazarı HARUKİ Murakami Japon edebiyatının aykırı, ama en çok okunan yazarı. Japon geleneklerinin dışında geliştirdiği üslubuyla adından çok söz ettiren Murakami'yi dünyaya tanıtan roman "İmkânsızın Şarkısı".
1968-1970 yılları arasında geçen olaylar, o günün toplumsal gerçeklerini de satırlara taşıyor. Ama romanın odağında bu toplumsal olaylar değil üçlü bir aşk var. Gençliğin rüzgârıyla hareketlenen "İmkânsızın Şarkısı"nı ölümle erken karşılaşan gençlerin hayatı yönlendiriyor. Hiçbir şeyin önem taşımadığı, amaçsızlığın ağır bastığı, özgür seksin kol gezdiği bir öğrenci hayatı... Ama diğer yanda da yoğun duygular var... İmkânsız aşklar, imkânsız şarkılar söyleten. Hemen hemen her Japon gencinin okuduğu roman anayurdu dışında da çok kişi tarafından sahipleniliyor.
Salman Rushdie - Geceyarısı Çocukları:
Anlatacak öyle çok hikâye var ki, bir sürü, birbirine geçmiş bir hayatlar olaylar mucizeler yerler rivayetler bolluğu, olanaksızla olağanın son derece yoğun bir karışımı! Ben bir hayat yutucusuyum ve beni tanımak için, bir tek beni tanımak için sizin de bütün hepsini yutmanız lazım.
15 Ağustos 1947, geceyarısı saat on ikide, Hindistan'ın bağımsızlığının ilan edildiği anda dünyaya gelen Salim Sina, basında ilgi odağı olup Başbakan Nehru tarafından kutlanır. Ancak bu tesadüf, kahramanımız için beklenmedik sonuçlar doğuracaktır. Zira kendisi gibi aynı saat doğmuş bin çocukla telepati kurmak ve tehlikeleri koku alma duyusuyla sezmek yetenekleri bahşedilmiştir kendisine. Bu yolla içinden çıkılmaz bir biçimde ülkesinin tarihine bağlanan Salim, zaman içinde yol aldıkça modern Hindistan'ın zaferlerine, felaketlerine, trajedilerine ve büyük çelişkilerine ayna olur.
Jose Saramago - Baltasar ve Blimunda:
18. yüzyılda, savaşların ve salgın hastalıkların sarstığı Portekiz'de geçen Baltasar ile Blimunda'da, Nobel ödüllü yazar José Saramago, etkileyici bir aşkı anlatırken tarihsel gerçeklerle dokunmuş iki farklı hikâyeyi de romana ustalıkla katıyor: Bekledikleri veliahtın doğumunu kutlamak için manastır inşa ettiren kraliyet ailesi; insanın uçmasını sağlayacak ilk aleti, Passarola'yı yapmaya çalışan Peder Bartolomeu; ve iki âşık: sol kolunu savaşta kaybeden Baltasar ile sıradan insanların göremediklerini görebilen, annesi cadı diye engizisyon tarafından yakılan güzel Blimunda. İktidarın projesi olan Mafra Manastırı ile insan iradesinin projesi olan Passarola da romanın iki önemli kahramanı olarak öne çıkıyor. Deha ile çılgınlık arasındaki ince çizgiyi gösteren ve gerçek olayları büyülü bir anlatımın içinde yoğuran Baltasar ile Blimunda, zekâ ve heyecan dolu, unutulmaz bir başyapıt. José Saramago, ustalıklı kurgusu, yoğun ironisi ve karakterlerinin felsefi sorgulamalarıyla, okurlarına bir şölen hazırlamış. Işık Ergüden'in usta işi çevirisiyle.
Patrick Süskind - Koku:
Olay, 18. yüzyıl Fransası'nda geçer; kitabın kahramanı Jean-Baptiste Grenouille ise tüm insani duyumlardan ve duygulardan yoksun, salt kokulara karşı görülmedik ölçüde duyarlı ve istediği kokuları üretebilmek için cinayet işlemekten kesinlikle çekinmeyen bir katildir. Herkesin ve her şeyin kokusunu almakta, tüm kokuları üretmekte gerçek bir dahi olan Grenouille, kendi kokusunun bulunmadığını, onun bulunduğu yerlerde insanların insan kokusunu alamadıklarını anladığı gün, dünyasını da yitirir. Kendisi için tek çıkar yol, başkalarına onun için sanki insanmış izlenimini verebilecek kokular sürünmektir. Toplum içinde bireyselliğini hiçbir zaman edinememiş toplum tekini, kendi benliğinin dışında her şeyi yaratabilmiş dahiyi sergileyen bu görkemli alegorinin olağanüstü bir akıcılıkla erişilen son bölümü, benzeri herhalde ancak bir Kafka'da görülebilecek bir insanlık trajedisinin simgesidir.
Michel Tournier - Kızılağaçlar Kralı:
...Kızılağaçlar Kralı, herkesin kendi halinde bir oto tamircisi sandığı, oysa masallardaki tenobur devleri çağrıştıran, kökeni yıldızlar ve gezegenler evreninde olan, zamanın ölçüsünden sıyrılan, ancak güncel olaylar içinde de yaşamak zorunda kalan Abel Tiffauges'un İkinci Dünya Savaşı öncesi Fransası'nda başlayan ve savaş boyunca Fransa, Almanya ve Prusya'da süren olağanüstü serüvenini anlatır. "Yarısı etten-kemikten, yarısı mermerden bir heykel" olan, "et seven, kan seven, ten seven", körpe çocuklarıysa bambaşka duygularla seven Abel Tiffauges, ruhunun dünyanın oluşumu kadar eski olduğuna ve sonsuza kadar yaşayacağına, kendisi ile Yazgı arasında bir tür ortaklığın varlığına, yeryüzündeki tüm olayların onun yaşamındaki gelişmelere göre biçimlendiğine inanır. Öyle ki, Saint-Christophe koleji o haksız yere cezalandırıldığı için yanar; İkinci Dünya Savaşı o haksız yere tutuklandığı için çıkar...
Markus Zusak - Kitap Hırsızı:
Yıl 1939, Nazi Almanyası. Ölümün işi çok. ölüm, kitap
hırsızı Liesel Meminger'in yanma üç kez uğrar ama onu
değil erkek kardeşini alır. Liesel, kardeşinin toprağa verildiği
mezarlıkta, karlar arasında siyah kapağı üzerinde gümüş
yazılar olan bir kitap bulur; Mezar Kazıcının Et Kitabı.
Henüz okuma yazmayı doğru dürüst beceremeyen kızın
hayatını değiştirecek kitaplardan ilki.
Jonathan Safran Foer - Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın:
11 Eylül'de babasını kaybeden Oskar, birkaç sene sonra mavi bir vazonun içinde bir anahtar bulur. Anahtar babasına aittir ait olmasına da, New York şehrindeki 162 milyon kilitten hangisini açmaktadır?
Amerikalı yazar Jonathan Safran Foer, Günther Grass'ın Teneke Trampet'inden, Paul Auster'ın Ay Sarayı'ndan ve Italo Calvino'nun yazınındaki muzip dinamizmden izler taşıyan Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın'da insanlık deneyimini şaşırtıcı tesadüfler, derin acılar, büyük yalnızlıklar, iç içe geçmiş hayatlar ve sınırsız bir yaşama sevinci merceğiyle konu ediyor. Amerika'da büyük ilgi gören ve ses getiren roman, akıcı dili, zengin anlatımı ve çığır açan tekniğiyle içinde yaşadığımız zamanların bir klasiği.
"O gece babam beni yatırır ve kitap hakkında konuşurken bu meseleye bir çözüm düşünüp düşünemediğini sormuştum. "Hangi mesele?" "Fazlasıyla önemsiz olmamız meselesi." "Pekala, bir uçak seni alıp Sahra Çölü'nün ortasına bıraksa ve sen orada, bir cımbızla bir kum tanesini yerinden bir milimetre oynatsan ne olur?" demişti. "Muhtemelen susuzluktan ölürdüm," demiştim. "Hayır, tam o anda, tek kum tanesini oynattığında demek istedim. Ne anlama gelirdi bu?" demişti. "Bilmem. Ne?" demiştim. "Düşün bakalım," demişti. Düşünmüştüm. "Herhalde bir kum tanesini oynattığım anlamına gelirdi." "Ki o da Sahra'yı değiştirdiğin anlamına gelirdi." "Yani?" "Yani mi? Yani, Sahra uçsuz bucaksız bir çöldür. Ve milyonlarca yıldır var. Ve sen onu değiştirdin!" "Doğru!" demiştim yerimde doğrularak. "Sahra'yı değiştirdim!" "Anlamı?" demişti. "Ne? Söyle." "Eh, Mona Lisa'yı yapmaktan veya kanseri tedavi etmekten bahsetmiyorum. Sadece bir kum tanesini bir milimetre oynatmaktan bahsediyorum." "E?" "Bunu yapmasaydın insanlık tarihi şöyle gidecekti" "Hı-hı?" "Ama yaptın. Yani?" Yatakta ayağa kalkmış, yıldızları göstermiş ve bağırmıştım: "İnsanlık tarihinin gidişatını değiştirdim!" "Doğru." "Evreni değiştirdim!" "Değiştirdin." "Ben, Tanrı'yım!" "Sen ateistsin." "Ben, yokum!" Yatağa, kollarına atlamıştım ve kahkahalarla gülmüştük."
Erin Morgenstern - Gece Sirki:
Sirk, haber vermeden gelir. Gelmeden önce hiçbir duyuru yapılmaz, kimseye haber verilmez. Dün yokken, birden ortaya çıkar.
Hayal bile edemeyeceğiniz mucizelere hazır olun. Ortasında gizemli bir şenlik ateşinin yandığı, nadide ve olağanüstü çadırların her birinde büyüleyici bir gösteri sizi bekliyor. Bulutların arasındaki bir labirentte kaybolmaya, buzdan yapılma bir bahçede yürümeye, mürekkep denizinde kitaptan bir gemiyle seyahat etmeye, lastik kız kendini camdan bir kutuya sokarken hayretle izlemeye, havada süzülen tarçın ve karamel kokusuyla acıkmaya var mısınız?
Gece Sirki'ne Hosgeldiniz…
Gizemli ustaların buyruğunda, hayal gücünün ve sevginin sınırlarını zorlayan, büyüleyici bir sihir ve aşk romanı.
Paul Auster - Ay Sarayı:
"Ay Sarayı", yeni Amerikan romanının en ilginç, en yetenekli yazarlarından biri sayılan Paul Auster'ın en beğenilen romanı. Romanın başkişisi olan "Marco Stanley Fogg", artık kıpırdamamaya, çalışmamaya, yemek yememeye ve bütün bunların doğuracağı tehlikeleri göze almaya karar verir. Böylece, nereye kadar gidebileceğini, bu süreç içinde neler olup biteceğini merak eder. 60'lı yılların çocuğu olan Fogg, yorulma nedir bilmeden geçmişinin anahtarlarını arar, yazgısının temel bilmecesinin yanıtlarını bulmaya çalışır. Manhattan'ın kanyonlarından Utah'ın çöllerine yolculuk yapan Fogg, şaşırtıcı ve zengin olaylarla ve kişiliklerle karşılaşır. Roman, insanların ay'da ilk kez yürüdükleri yaz mevsiminde başlayıp zaman içinde ileri geri hareket ederek, üç kuşağı kapsar. Rastlantı ve belleğin yönlendirdiği "Ay Sarayı"nda trajedi ve kefareti ödeme, lirizm ve mizah iç içedir. Bu roman, korkunç hayal gücü olan bir yazarın şimdiye kadar yazdığı en eğlendirici yapıtı sayılıyor...
Carlos Ruiz Zafon - Rüzgarın Gölgesi:
1945 yılında, uzun süren İç Savaş'ın izleri Barcelonada
hala sürmektedir. Henüz çok genç olan Daniel Sempere bir
kitapçı olan babasıyla birlikte Unutulmuş Kitaplar
Mezarlığını ziyaret eder.
Babası, oğluna bir kitap seçmesini, ona çok iyi
bakmasını ve evlat edinmesini ister.
Genç Daniel, Julian Carax adlı bir yazarın Rüzgarın
Gölgesi adlı eserini seçer. Bu adeta onun için uzun,
gizemli ve sonu belli olmayan bir yolculuğun başlangıcı
gibidir.
Okuduğu kitaptan çok etkilenen genç adam bu esrarengiz
yazarın yaşamını ve ölümündeki gerçeği araştırmaya
başlar. Böylece roman içinde yeni bir roman doğar.
Daniel tutku ve aşkın, kitapların gölgeli dünyasıyla
nasıl kaynaştığını keşfettikçe garip yansımalar yapan
bir aynanın oyununun içine düşer.
Juan Rulfo - Pedro Paramo:
Her yolu kullanarak istediği her şeyi elde eden toprak ağası, kötülüğün ta kendisi Pedro Páramo...
Ölüm döşeğindeki annesinin -Marquez’in Macondo’suna esin kaynağı olacak- hayaletli köy Comala’ya babasını aramaya gönderdiği Juan Preciado...
Pedro Páramo’nun çocukluk aşkı, bütün ömrünce tutkuyla sevdiği Susanna San Juan...
Ve hem Meksika edebiyatının hem de bütün İspanyolca edebiyatın temel taşlarından Juan Rulfo’nun tek romanı:
Pedro Páramo.