Kurgu;; Daenerys, Khal Drogo'ya satılmak yerine eski bir şövalye tarafından. Kuzey'e kaçırılır. Jon Snow, ateşle öpülmüş bir kız yerine ateşin kendisi olan bir kızla karşılaşır.
_______________________________________________________________________________
Gözlerini açtığında kendisini Kışyarı'nda bulmayacağını bilerek, yine de küçüklüğünün ısrarlı inkarcılığıyla gözlerini kapadı Jon Snow. Sur'u sadece heybetli, ihtişamlı bir buz duvarı olarak düşündüğü günlerde, bir gün babası Eddard Stark'ı etkileyip onun meşru çocuğu statüsüne yükselebileceğini de hayal ediyordu, lakin şu an özlemini duyduğu ve umutsuzca istediği şeyler bundan biraz bile daha mantık içermiyordu. Bir piç, lord olamayacağı gibi; Kara Kardeşler'in yeminli bir üyesi de evinin sıcaklığına kavuşamazdı. Saatlerdir şömineden yayılan yumuşak sıcaklığa rağmen buz kesmiş saman yatağında rahatsızca döndü, gecenin getirdiği sert rüzgârlar camlara ve taş duvarlara çarparak uykusunu böleli birkaç saatten fazla olmamıştı. Yine de evinin alışılmış tanrı korusunu, sıcak odalarını, balla pişirilmiş leziz ördeklerini ve en çok da, küçük kardeşlerini düşünmekten alamıyordu kendisini. Geldiğinden beri ona hayal kırıklığından başka bir şey katmamış olan kalede, birilerini öldürmemeye çalışırken yapabileceği tek şey bu olarak gözüküyordu. Yine de gözüne uyku girmeyen her geceyi Arya'nın bitmek tükenmek bilmeyen haylazlıklarını, Bran'ın hızlı oklarını düşünerek geçirmek de ona pek bir şey katmıyordu. Aksine, göğsünün bir yanında sürekli sızlayan boşluğu kendi kendine genişletiyor gibiydi. Odasının küflü kokusunu içine çekip alevlerin tavanına yansıyan dansını izledi Jon. Yarım saat içinde üstündeki yatma kürkünü bırakıp sabah ayazına çıkmak zorunda kalacak, ardından birkaç işe yaramaz herif ile kalenin dışındaki kuyudan su çekmeye gidecekti. Güne başlamak için pek de moral verici bir görev değildi, özellikle Jon gibi sinirlerinin sık sık bileylenmesine ihtiyacı olan biri için. Ağır ve olabildiğince geciktirilmiş hareketlerle yatağında doğruldu, gerilmiş kaslarını açtı ve esnedi. Ardından Sör Allison ve onun meşhur gazabı ile bugünkü ilk yüzleşmesine hazırdı.
Daenerys Targaryen, vücudunu tamamen kaplayarak onu bir kartopuna benzeten kürklerinin arasından fark edilmeyecek kadar solgundu. Saatlerdir dik yamaçlar ve aşınmış taşların üstünde yürümekten ayakları su toplamıştı, bu yetmezmiş gibi yanına alma fırsatı bulduğu birkaç hançerden biri kırılmıştı. Ama o ejderha kanındandı, bu yüzden başka bir kız pis kokulu adamlar ya da sert etlerden şikayetçi olabilirken Dany çelik gibi bir iradeyle yoluna devam ediyordu. Ne yanında yürüyen yabanıllara bir bakış atmaya, ne de dinlenmeye yelteniyordu. Onu abisinin hırsından, gözükaralığından korumak isteyen sürgün bir şövalye onu buraya gönderdiğinden beri, tek tük emirler dışında bir söz çıkmamıştı kızın ağzından. Cildini yakan, ısıtan, onu anne kucağındaymış gibi hissettiren sıcaklık; bu buz tutmuş ormanda sadece cılız bir ateş olarak yakalanabiliyordu. Güney şehirlerindeki zengin pazarlarda sık sık rastlayabileceğiniz değerli ametistlerin açık, parlak bir tonundaydı gözleri. Yaşına göre çocuksu olması gereken yüz hatları çabuk şekillenmiş, ona yumuşak ama kararlı bir ifade katmıştı. Daenerys, abisi Viserys'in olduğu ve olabileceğinden çok daha iyi bir lider olabilirdi. Bunu Kuzey'e gönderildiği andan itibaren biliyordu, ama kanıtlama fırsatı elinden alınmıştı. Şimdi tek şansı, vaatleriyle kandırdığı üç beş yabanıl haydut eşliğinde ormandan çıkıp Sur'a ulaşmaktı. Ardından zavallı, kayıp bir kız rolüyle Yedi Krallık'a giriş yapabilir, doğru kişilere ulaşabilirse de Targaryen hanedanını hâlâ destekleyenleri toplayabilirdi. Buna rağmen genç kızın o anlık tek amacı, deri çizmeleri daha da ıslanmadan bir mağara bulup aniden bastırmış olan tipiden kaçabilmekti. Saatlerdir ilk defa, gözlerini yanındaki adama çevirdi. Tek kulaklı, kambur ve sürekli sırıtan bir haydut; diğerlerinin ona sesleniş şekliyle Tilki Jorden. "Jorden. Bizi en yakın mağaraya götür, bir tipi yüzünden kaybolup ölmemizi istemiyorum. Bu kadar yaklaşmışken."
Jon Snow, yanındaki hırsızlar ve tecavüzcüler takımı ile yol alırken, bu görev için uygun olan son adamın kendisini olduğunu düşünüyordu. Bu epey kibirli bir düşünce gibi gelebilirdi, fakat dövüş alanında kendisini kanıtlamak varken su çekmeye gitmek ona biraz sızlanma hakkını veriyordu o gün. Güneş, buz tutmuş ve karla kaplanmış cılız ağaç dallarının arasından süzülüp gözünü kamaştırırken atını toprak yolun en düz kısmında sürmeye çalışıyordu. Yine de bu düz kısımdan aynı anda geçmek için kapışan üç çocukla birlikteyken, grubun en arkasından dikkatlice gelmekle yetinebilirdi. Kışın yaklaştığı söylenen bu zamanlarda, bir gün öldürücü fırtınayla karşı karşıyayken ertesi gün güneş yüzünüze gülebilirdi. Sonbaharlar böyle olurdu, fakat Jon'un ilk sonbaharı buydu ve ani hava değişimleri konusunda pek de tecrübeli değildi. Bu sebeple ormanın pek derinlerinde sayılmayan kuyuya doğru yavaş, ama sağlam şekilde ilerlerken bastıran tipi, genç adamın duraklamasına sebep olmuştu. Öldürücü olabilecek bir hata. Önden ilerleyen sabırsız ve tecrübesiz çocuklar, ki hiç biri on beş yaşından büyük görünmüyordu, onun geride kalışını fark etmeden ağaçların arasında gözden kaybolmuşlardı bile. Birkaç dakikalık şaşkınlığın ardından, gece karası saçlarında ince bir örtü oluşturmaya başlamış kar tanelerini silkeledi ve cılız bir derenin üstünden atını geçirip tanıdık bir mağaraya ilerledi. Bazen keşif görevlerine çıkabilecek kadar güvenilir olmanın yararlarını, civardaki sağlam noktaları bilmek olarak görüyordu. Hayalet, boz kısrağının arkasından onu takip ederken çam ağaçlarının arasına saklanmış yer altı mağarasını bulmak için dikkatle bakınıyordu Jon Snow.
Daenerys, kürkünün belini çevreleyen kuşağa sıkıştırdığı birkaç çakıl taşından ikisini çıkarıp yere oturdu. Tilki Jorden ve ne adları, ne yüzleri aklında kalan diğer üç adamın topladığı ince dalları tutuşturmak bir dakikasını bile almamıştı, oysa diğer yabanıllar için bu oldukça büyük bir çaba gerektirebiliyordu. Ateşle aram hep iyi oldu. İçinden geçen cümleler artık daha az sitemkar, buna karşılık olarak da daha minnet doluydu. Soylu Targaryen hanedanının son kız çocuğu, elbette bazı yeteneklere sahip olacaktı. Buz ve karanlıkla çevrelenmiş mağarasında, bunun için oldukça şanslı olduğunu hissediyordu. Tipinin getirdiği bulutlar, yol boyunca onu az da olsa ısıtmış güneşi kestiğinden beri ağaçlar, devasa muhafızlar gibi engelliyordu ışığı. Derin bir nefes alıp, muhtemelen geceyi geçirecekleri deliğe göz gezdirdi. Muhtemelen bir ayının ini olabilecek kadar pis, ama düzleşmiş taşlara sahip ve dar girişliydi. Büyük bir giriş, rüzgâr ve soğuk hava için daha çok yer demekti; aynı zamanda diğerlerinin onların sığınağını bulması için daha büyük olasılık. Ama başını çevirip bir kılıcın ucuyla karşılaştığında, ne dar girişin ne de girişte duran adamlarının onu korumada bir işe yarayabileceğini anlamıştı. Siyah kürklere ve derilere sarınmış bir adam ve gümüşî beyazlar içinde parlayan Dany. Ateşin çıtırtıları, birkaç saniye için ortamdaki tek ses olurken, Kışyarı piçi Jon Snow ile Targaryen prensesi Daenerys, ölümle yaşam arasındaki ince çizgiyi paylaşıyorlardı. Ne de olsa genç karga, uyluğuna dayanmış olan hançeri kat kat kürklerin altından fark edememişti henüz.
"Sen yabani değilsin. Adın ne?" Adamın titrek sesi, mağarada yankılanırken Jon güçlü görünmeye çalışıyordu. Karşısında oturan kızın gözleri yüzünü incelerken bunu yapmak zordu, çünkü o da kızı inceliyordu. Bir yabaniye ait olamayacak kadar soylu bir ifade, ama bir soyluya ait olamayacak bir hikaye. Hiçbir leydiye Sur'un ötesindeki bir mağarada rastlayabileceğini sanmıyordu Jon Snow, hem de girişte bekleyen dört haydut eşliğinde. Ucuz çelikten yapılmış kılıcı, kızın ince boynuna dayalı beklerken yanlış bir şey yaptığını biliyordu. Kim olursa olsun, konuşmaması gerekiyordu. Ama kızın kimliğini öğrenip, sonra da öldürebilirdi. Silahlı olan kendisiydi ne de olsa, yerde oturup beyaz kürklerine sarılmış kız değil. Gümüşî saçları, büyüleyici yüzünün iki yanından bukleler halinde dökülen kız, tamamen savunmasızdı. Fakat bir şekilde çarpılmış Jon da, en az Dany kadar savunmasızdı. Ne kılıcını hareket ettirip kızın boynunda bir yarık açacak iradesi, ne de kılıcını kaldıracak güveni vardı. En az iki saattir tipide at sürmenin verdiği yorgunlukla, bunun en kısa sürede bitmesini dilemekten başka bir şey gelmiyordu elinden. "Iriah. Adım Iriah, Qarth'dan geliyorum. Güney."Soğuktan uyuşmuş kaslarını harekete geçirip, kolunu aşağı indirmesi gerekenden uzun sürmüştü. Ama yine de kızın sözlerine yeterince güvenmiş, sesindeki Güneyli aksanını ayırt edebilmiş ve yere oturabilmişti. Sesinin yine titremesine engel olmaya çalışarak eldivenli elini kıza uzattı. Geceyi aynı mağarada geçireceklerse, yabancı olarak geçirmemeleri daha iyi olurdu. "Jon Snow. Sur'dan."
{İlk fanfic denemem, devam ederim buna ehe. Çok aceleye geldi ama hadbakalım.}
_______________________________________________________________________________
Gözlerini açtığında kendisini Kışyarı'nda bulmayacağını bilerek, yine de küçüklüğünün ısrarlı inkarcılığıyla gözlerini kapadı Jon Snow. Sur'u sadece heybetli, ihtişamlı bir buz duvarı olarak düşündüğü günlerde, bir gün babası Eddard Stark'ı etkileyip onun meşru çocuğu statüsüne yükselebileceğini de hayal ediyordu, lakin şu an özlemini duyduğu ve umutsuzca istediği şeyler bundan biraz bile daha mantık içermiyordu. Bir piç, lord olamayacağı gibi; Kara Kardeşler'in yeminli bir üyesi de evinin sıcaklığına kavuşamazdı. Saatlerdir şömineden yayılan yumuşak sıcaklığa rağmen buz kesmiş saman yatağında rahatsızca döndü, gecenin getirdiği sert rüzgârlar camlara ve taş duvarlara çarparak uykusunu böleli birkaç saatten fazla olmamıştı. Yine de evinin alışılmış tanrı korusunu, sıcak odalarını, balla pişirilmiş leziz ördeklerini ve en çok da, küçük kardeşlerini düşünmekten alamıyordu kendisini. Geldiğinden beri ona hayal kırıklığından başka bir şey katmamış olan kalede, birilerini öldürmemeye çalışırken yapabileceği tek şey bu olarak gözüküyordu. Yine de gözüne uyku girmeyen her geceyi Arya'nın bitmek tükenmek bilmeyen haylazlıklarını, Bran'ın hızlı oklarını düşünerek geçirmek de ona pek bir şey katmıyordu. Aksine, göğsünün bir yanında sürekli sızlayan boşluğu kendi kendine genişletiyor gibiydi. Odasının küflü kokusunu içine çekip alevlerin tavanına yansıyan dansını izledi Jon. Yarım saat içinde üstündeki yatma kürkünü bırakıp sabah ayazına çıkmak zorunda kalacak, ardından birkaç işe yaramaz herif ile kalenin dışındaki kuyudan su çekmeye gidecekti. Güne başlamak için pek de moral verici bir görev değildi, özellikle Jon gibi sinirlerinin sık sık bileylenmesine ihtiyacı olan biri için. Ağır ve olabildiğince geciktirilmiş hareketlerle yatağında doğruldu, gerilmiş kaslarını açtı ve esnedi. Ardından Sör Allison ve onun meşhur gazabı ile bugünkü ilk yüzleşmesine hazırdı.
Daenerys Targaryen, vücudunu tamamen kaplayarak onu bir kartopuna benzeten kürklerinin arasından fark edilmeyecek kadar solgundu. Saatlerdir dik yamaçlar ve aşınmış taşların üstünde yürümekten ayakları su toplamıştı, bu yetmezmiş gibi yanına alma fırsatı bulduğu birkaç hançerden biri kırılmıştı. Ama o ejderha kanındandı, bu yüzden başka bir kız pis kokulu adamlar ya da sert etlerden şikayetçi olabilirken Dany çelik gibi bir iradeyle yoluna devam ediyordu. Ne yanında yürüyen yabanıllara bir bakış atmaya, ne de dinlenmeye yelteniyordu. Onu abisinin hırsından, gözükaralığından korumak isteyen sürgün bir şövalye onu buraya gönderdiğinden beri, tek tük emirler dışında bir söz çıkmamıştı kızın ağzından. Cildini yakan, ısıtan, onu anne kucağındaymış gibi hissettiren sıcaklık; bu buz tutmuş ormanda sadece cılız bir ateş olarak yakalanabiliyordu. Güney şehirlerindeki zengin pazarlarda sık sık rastlayabileceğiniz değerli ametistlerin açık, parlak bir tonundaydı gözleri. Yaşına göre çocuksu olması gereken yüz hatları çabuk şekillenmiş, ona yumuşak ama kararlı bir ifade katmıştı. Daenerys, abisi Viserys'in olduğu ve olabileceğinden çok daha iyi bir lider olabilirdi. Bunu Kuzey'e gönderildiği andan itibaren biliyordu, ama kanıtlama fırsatı elinden alınmıştı. Şimdi tek şansı, vaatleriyle kandırdığı üç beş yabanıl haydut eşliğinde ormandan çıkıp Sur'a ulaşmaktı. Ardından zavallı, kayıp bir kız rolüyle Yedi Krallık'a giriş yapabilir, doğru kişilere ulaşabilirse de Targaryen hanedanını hâlâ destekleyenleri toplayabilirdi. Buna rağmen genç kızın o anlık tek amacı, deri çizmeleri daha da ıslanmadan bir mağara bulup aniden bastırmış olan tipiden kaçabilmekti. Saatlerdir ilk defa, gözlerini yanındaki adama çevirdi. Tek kulaklı, kambur ve sürekli sırıtan bir haydut; diğerlerinin ona sesleniş şekliyle Tilki Jorden. "Jorden. Bizi en yakın mağaraya götür, bir tipi yüzünden kaybolup ölmemizi istemiyorum. Bu kadar yaklaşmışken."
Jon Snow, yanındaki hırsızlar ve tecavüzcüler takımı ile yol alırken, bu görev için uygun olan son adamın kendisini olduğunu düşünüyordu. Bu epey kibirli bir düşünce gibi gelebilirdi, fakat dövüş alanında kendisini kanıtlamak varken su çekmeye gitmek ona biraz sızlanma hakkını veriyordu o gün. Güneş, buz tutmuş ve karla kaplanmış cılız ağaç dallarının arasından süzülüp gözünü kamaştırırken atını toprak yolun en düz kısmında sürmeye çalışıyordu. Yine de bu düz kısımdan aynı anda geçmek için kapışan üç çocukla birlikteyken, grubun en arkasından dikkatlice gelmekle yetinebilirdi. Kışın yaklaştığı söylenen bu zamanlarda, bir gün öldürücü fırtınayla karşı karşıyayken ertesi gün güneş yüzünüze gülebilirdi. Sonbaharlar böyle olurdu, fakat Jon'un ilk sonbaharı buydu ve ani hava değişimleri konusunda pek de tecrübeli değildi. Bu sebeple ormanın pek derinlerinde sayılmayan kuyuya doğru yavaş, ama sağlam şekilde ilerlerken bastıran tipi, genç adamın duraklamasına sebep olmuştu. Öldürücü olabilecek bir hata. Önden ilerleyen sabırsız ve tecrübesiz çocuklar, ki hiç biri on beş yaşından büyük görünmüyordu, onun geride kalışını fark etmeden ağaçların arasında gözden kaybolmuşlardı bile. Birkaç dakikalık şaşkınlığın ardından, gece karası saçlarında ince bir örtü oluşturmaya başlamış kar tanelerini silkeledi ve cılız bir derenin üstünden atını geçirip tanıdık bir mağaraya ilerledi. Bazen keşif görevlerine çıkabilecek kadar güvenilir olmanın yararlarını, civardaki sağlam noktaları bilmek olarak görüyordu. Hayalet, boz kısrağının arkasından onu takip ederken çam ağaçlarının arasına saklanmış yer altı mağarasını bulmak için dikkatle bakınıyordu Jon Snow.
Daenerys, kürkünün belini çevreleyen kuşağa sıkıştırdığı birkaç çakıl taşından ikisini çıkarıp yere oturdu. Tilki Jorden ve ne adları, ne yüzleri aklında kalan diğer üç adamın topladığı ince dalları tutuşturmak bir dakikasını bile almamıştı, oysa diğer yabanıllar için bu oldukça büyük bir çaba gerektirebiliyordu. Ateşle aram hep iyi oldu. İçinden geçen cümleler artık daha az sitemkar, buna karşılık olarak da daha minnet doluydu. Soylu Targaryen hanedanının son kız çocuğu, elbette bazı yeteneklere sahip olacaktı. Buz ve karanlıkla çevrelenmiş mağarasında, bunun için oldukça şanslı olduğunu hissediyordu. Tipinin getirdiği bulutlar, yol boyunca onu az da olsa ısıtmış güneşi kestiğinden beri ağaçlar, devasa muhafızlar gibi engelliyordu ışığı. Derin bir nefes alıp, muhtemelen geceyi geçirecekleri deliğe göz gezdirdi. Muhtemelen bir ayının ini olabilecek kadar pis, ama düzleşmiş taşlara sahip ve dar girişliydi. Büyük bir giriş, rüzgâr ve soğuk hava için daha çok yer demekti; aynı zamanda diğerlerinin onların sığınağını bulması için daha büyük olasılık. Ama başını çevirip bir kılıcın ucuyla karşılaştığında, ne dar girişin ne de girişte duran adamlarının onu korumada bir işe yarayabileceğini anlamıştı. Siyah kürklere ve derilere sarınmış bir adam ve gümüşî beyazlar içinde parlayan Dany. Ateşin çıtırtıları, birkaç saniye için ortamdaki tek ses olurken, Kışyarı piçi Jon Snow ile Targaryen prensesi Daenerys, ölümle yaşam arasındaki ince çizgiyi paylaşıyorlardı. Ne de olsa genç karga, uyluğuna dayanmış olan hançeri kat kat kürklerin altından fark edememişti henüz.
"Sen yabani değilsin. Adın ne?" Adamın titrek sesi, mağarada yankılanırken Jon güçlü görünmeye çalışıyordu. Karşısında oturan kızın gözleri yüzünü incelerken bunu yapmak zordu, çünkü o da kızı inceliyordu. Bir yabaniye ait olamayacak kadar soylu bir ifade, ama bir soyluya ait olamayacak bir hikaye. Hiçbir leydiye Sur'un ötesindeki bir mağarada rastlayabileceğini sanmıyordu Jon Snow, hem de girişte bekleyen dört haydut eşliğinde. Ucuz çelikten yapılmış kılıcı, kızın ince boynuna dayalı beklerken yanlış bir şey yaptığını biliyordu. Kim olursa olsun, konuşmaması gerekiyordu. Ama kızın kimliğini öğrenip, sonra da öldürebilirdi. Silahlı olan kendisiydi ne de olsa, yerde oturup beyaz kürklerine sarılmış kız değil. Gümüşî saçları, büyüleyici yüzünün iki yanından bukleler halinde dökülen kız, tamamen savunmasızdı. Fakat bir şekilde çarpılmış Jon da, en az Dany kadar savunmasızdı. Ne kılıcını hareket ettirip kızın boynunda bir yarık açacak iradesi, ne de kılıcını kaldıracak güveni vardı. En az iki saattir tipide at sürmenin verdiği yorgunlukla, bunun en kısa sürede bitmesini dilemekten başka bir şey gelmiyordu elinden. "Iriah. Adım Iriah, Qarth'dan geliyorum. Güney."Soğuktan uyuşmuş kaslarını harekete geçirip, kolunu aşağı indirmesi gerekenden uzun sürmüştü. Ama yine de kızın sözlerine yeterince güvenmiş, sesindeki Güneyli aksanını ayırt edebilmiş ve yere oturabilmişti. Sesinin yine titremesine engel olmaya çalışarak eldivenli elini kıza uzattı. Geceyi aynı mağarada geçireceklerse, yabancı olarak geçirmemeleri daha iyi olurdu. "Jon Snow. Sur'dan."
{İlk fanfic denemem, devam ederim buna ehe. Çok aceleye geldi ama hadbakalım.}